
Ermenilerin zorunlu göçünde görevini
kötüye kullanarak, ölümlere neden olduğu iddiasıyla görevden alınan, ancak Konya'da
yapılan yargılamasında aklanan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, Damat
Ferit Hükümeti tarafından gözaltına alınıp, yeniden yargılanmak üzere 30 Ocak
1919'da İstanbul'a getirildi. Nemrut lakaplı Kürt Mustafa Paşa başkanlığında,
İstanbul Harp Divanı'nda yapılan yargılama sonunda idama mahkum edildi ve
Şeyhülislam Mustafa Sabri'den alınan fetva ile 10 Nisan 1919 günü Beyazıt
Meydanı'nda asıldı. Son sözleri şöyleydi: "Sevgili
vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi
yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm
bugün de budur, yarın da budur. Yabancı devletlere yaranmak için beni
asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili
kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman
millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin.
Amin. Borcum var, servetim yok. Üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum.
Yaşasın Millet…" Vasiyetinde ise şunlar yazılıydı: "... Fertler ölür, millet yaşar.
İnşallah Türk milleti sonsuza kadar yaşayacaktır." Erzincanlı Hafız
Abdullah Avni de aynı gerekçeyle idam edildi. Mehmet Kemal Bey TBMM tarafından 14 Ekim 1922 tarihinde
Milli Şehit ilan edildi.
15 Şubat 1919'da Abdülfettah,
Geyveli İbrahim Hakkı ve İskilipli Mehmet Atıf ile Ermenekli Mustafa Safvet
tarafından kurulan Cemiyeti Müderrisin'in yönetim kurulu Mustafa Sabri,
İskilipli Mehmet Atıf ve Ermenekli Mustafa Safvet'ten oluşuyor, üyeleri
arasında Sait Nursi ve Seydişehirli Hasan Fehmi de bulunuyordu. Cemiyet, 26
Eylül 1919'da İkdam Gazetesi'nde şöyle bir bildiri yayınladı:
"Anadolu'nun
muhterem ve masum ahalisi! Teali İslam Cemiyeti'nin (Cemiyeti Müderrisin'in) iş
bu beyannamesini nazarı dikkat ve ehemmiyetle okuyunuz! Ey Anadolu'nun masum ve
mazlum ahalisi!
Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar
idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın,
bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp, vaktinizi hoş
geçirmeye çalışır idiniz. Bir süreden beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz
bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? Hakkınız var. Çünkü kiminiz
yerinizden yurdunuzdan, mal ve mülkünüzden, kiminiz çoluğunuzdan çocuğunuzdan
oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan
gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü.
Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız
bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz
milletimizin ve kutsal vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belaların ve
salgın hastalıktan beter olan afetlerin nedenini size biraz anlatalım: On iki
sene önce İttihat ve Terakki adıyla memleketimizde bir sapıklık çıktı. Selanik
dönmeleriyle aslı nesli, mezhep ve meşrebi belirsiz çeşitli türedilerden
meydana gelmiş olan bu cemiyet; zorbacı yönetimi kaldıracağız, meşrutiyet ve
hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek,
devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. O zamanki
padişahımız Sultan Hamit'i de aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi
birbirine ısınacak, yakacak dediler. Arası çok geçmedi, ilk önce padişahı
aldattıkları meydana çıktı. Bir Otuzbir Mart aldatmasıyla Sultan Hamit'i haksız
yere tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma
ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber haremi hümayuna kadar girerek oradaki
saygıdeğer iffetli kadınların üstünü başını aradılar, ziynetlerini soydular.
Otuz bu kadar sene halifelik makamnda ve saltanatta bulunmuş bir şanlı
padişahın kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret, bu denilenin
nasıl cibilliyetsiz ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti;
padişaha yaptıkları davranıştan milletin başına neler getireceklerini anlamak
güç bir şey değildi. Fakat biz o zaman anlayamadık, Cenabı Hak basiretimizi
bağlamıştı. Yine Otuzbir Mart hadisesini bahane ederek Selanik'ten İstanbul'a
gelen düzme Hareket Ordusu yani ittihat çetesi payitahttaki asker neferlerini,
zavallı vatan kuzularını din hadimleri olan dini bilim öğrencisini, din
bilginini sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumu darağacına asmışlar
ve Fatih Camisi şerifine kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin
maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. O günden
sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye'nin idaresini ellerine aldılar. Ellerine
geçirdikleri devlet ve Osmanlı saltanatının sınırı Bağdat, Basra, Hicaz, Şam,
Halep, Diyarbakır, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne,
Trablusgarp, Rumeli gibi büyük vilayetleri ve ülkeleri kapsıyordu. Sonra gaflet
ve cehaletleri yüzünden ilk önce Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini
elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk'taki din kardeşlerimize de fena
muamele ederek Rumeli'nin kalesi seviyesinde olan o yerleri karıştırdılar,
ateşe verdiler. Bu yüzden kendilerinin de mevkisi sarsıldı. Arnavutların
gayreti ile ve İstanbul'da çalışan mücahit ve muhaliflerin yardımıyla
İttihatçılar devrildi. Gazi Muhtar Paşa ve Kamil Paşa heyetleri hükümete geçti.
Fakat İttihatçılar el altından çalıştılar. Balkan Harbi'ni ihdas ettiler ve
Kamil Paşa Hükümeti'ni küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı ordusunun
içine girerek Allah'tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan, dolan,
hile ve aldatmalarla İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra
apaçık eşkıya gibi Babı Ali'yi bastılar. Harbiye nazırı Nazım Paşa'yı, benzeri
günahsız devlet memurlarını öldürdüler. Ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm
ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. Mahmut Şevket Paşa
hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damadı Şehriyari Salih Paşa
merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı
Sinop'a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve milletin fertlerinin
ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz
edeni boğdular, susturdular. Yapılan milletvekili seçimlerinde sopayla, silahla
halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek, milletin oyunu zorla,
istediklerine verdirdiler, bu suretle seçilen mebuslar da milletin hukukunu
müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati gizlediler,
millete söylemediler. Eğer millet, bu gibi seçim sıralarında biraz daha gayrete
gelerek İttihatçılara karşı savaşan muhaliflerle el ele verip de bu zorbaları
vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maruz olmayacaktı. Ne
yazık ki, öyle zamanlarda yalnız muhalifler çalıştı. İttihatçıların zorlama ve
eziyetine göğüs gerdi, fakat milletten hakkıyla yardım göremeyen o bir avuç
yardım ehli ve muhalefet ordusunun bir kısım subayına dayanan İttihatçılarla
başa çıkamadı; kahroldu, perişan oldu ve zavallılar vaktiyle İttihatçıların ne
kadar zararlı ve tehlikeli bir yaratık olduğunu anlamak üzere her türlü
belalara maruz olurken beri tarafta milletin ekseriyeti seyirci gibi duruyor ve
güya; bize dokunmayan yılan bin sene yaşasın der gibi aldırmıyordu. I. Dünya
Savaşı ortaya çıkıp da savaş ve açlık nedeniyle her evden bir ölü çıkmaya
başladığı gün, millet ve memleket vaktiyle İttihatçılarla çarpışan mücahitlere
yardım etmemesinin cezasını apaçık gördü, fakat iş işten geçmişti.
Gerçekten İttihat ve Terakki'nin
kıpkızıl cahil ve kanlı elleriyle, bütün dünya için bir tehlike olan o I. Dünya
Savaşı'na istemeye istemeye sürüklendiğimiz zaman, millet ve memleketimiz için
kıyamet kopmuştu. Bu muharebeye karışmayıp, uzakta durmak daha sağlamcı ve
gerekli iken Almanların teşviki ve Enver ve Talat gibi çılgınların eliyle
kendimizi öyle büyük bir tehlikeye attık; bütün dünya ve bütün İslam alemi bizi
ayıpladı, artık bizim işimiz daha o gün bitmişti. Koskoca Osmanlı saltanatı beş
on serserinin keyif ve arzusuna feda edilmişti. Artık sınırda ve çeşitli
cephelerde milyonlarca vatan evladı su yerine kırılıyordu. Halbuki bu kadar
fedakarlığa rağmen İngiliz ve Fransız gibi çok büyük ve düzgün devletlere karşı
bu muharebede katiyen bizim için kazanmak ihtimali yoktu. Bir taraftan da harp
meydanlarındaki kayıplarımız kadar ve belki daha fazla olarak ahali açlıktan ve
sefaletten yok oluyordu. Milletin fertleri bu kötü durumda ve yoksullukta
kıvranırken, çaresiz Anadolu yavruları ana-baba kuzuları kızgın çöllerde ve
karlı dağlarda mihnet ve meşakkat altında aç ve susuz can verirken İttihatçılar
İstanbul'da ve tehlikeden uzak yerlerde zevki sefa ile vakit geçiriyor,
istediği gibi yiyor, içiyor, yüz milyonlarca lira borca soktuğu milletin
hazinesinden, Müslüman'ın devlet hazinesinden, küçük çocukların nafakasından
para çalıyor, zengin olmaya çalışıyor ve milletin acıklı durumuyla adeta alay
ediyordu. Çünkü bu herifler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi
elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede alemi ölüme teşvik etmek,
halkı kırdırarak kendi canlarını beslemek ve evvelkinden daha zinde ve kuvvetli
bir mevcudiyetle muharebenin sonuna çıkmak usulünü pekiyi biliyorlardı.
Muharebe olur, harbi kendisi çıkarmayan her sınıf halk zayiata uğrar, cidden
azalır; fakat İttihatçılar sanki eskisinden fazla çoğalır. Bu hal gözbağcı
İttihatçılara mahsus bir sihirdir. I. Dünya Savaşı'ndan önceki İttihatçılarla
sonrakiler arasında bir karşılaştırma yaparsanız, bu dakika vakıf olursunuz. Bu
sır ve sihrin anahtarını da, arzettiğimiz üzere başkalarını harbe ve ölüme
sevkederek kendileri geride yaygara ile vakit geçirmek ve tehlikeden
kendilerine iltica ederek kul köle yazılanların adediyle kendi mevcutlarının
adedini artırmak usulünü maharetle idare etmelerinde aramalıdır. Nitekim bu
defa da Anadolu'da Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye maskaraları Yunan
askerlerinin önünden namerdane bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahali
ve askerden topladıkları kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve 'siz
mevkinizde sebat edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz' tarzında
yalanlar ve hilelerle savuşup kaçarak, zavallı neferlerimizi ve ahalimizi boşu
boşuna kırdırmak usulünü takip ediyorlar. Biçare millet bu yankesicilerin
hilelerini, aldatmalarını hala tamamen anlayamamıştır. Yazık, bin kere yazık ki
gerek harp içinde ve gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı
uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Talat, Enver, Cemal, Mustafa Kemal
vesaire gibi beş on şakinin vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük
fedakarlığı göze aldıramayarak memleketi ve kendilerini ebedi tehlikeden
kurtarmak ve selamete çıkarmak yolunu anlayamadı hala da anlamıyor! Millet
meşrutiyeti kabul ettiği zaman bunun ahkamını ve Kanuni Esasi'sini kendi
muhafaza edecek ve hukukunu zorbalara ve yalancılara, dolandırıcılara
kaptırmamak üzere kendisi olanca kuvvetiyle ve bütün azim ve dikkatiyle
çalışacak; uyumayacak ve yaldızlı sözlere aldanmayacak, zarar ve menfaatini
gerçekten takdir edecekti. Halbuki millet hala aldanıyor, aldatılıyor, lüzumsuz
yere girdiği ve mağlubiyetle çıktığı bir muharebenin sonrasında da aklını
başına toplayamıyor! Kendisini hala aldatmaya çalışan heriflere niçin diyemiyor
ki: 'Ey hainler, Ey Allah'tan korkmayan ve Peygamber'den haya etmeyen
mahluklar; muharebe ettiniz, başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup
oldunuz, bizi de o yolda mahv ve perişan ettiniz, devletlere karşı mağlup olduk'
dediniz mütareke imzaladınız, silahlarımızı, boğazlarımızı, payitahtımızı
teslim ettiniz. Şimdi neye tekrar gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz
devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet etmekten
ve istila olunmayan memleketimizin kalanını da istila ettirmekten başka bir
faydası olmayacak surette delice hareketlere kalkışıyor ve bizi de eskisi gibi
boşu boşuna kırdırıyorsunuz?
İngilizleri kızdırdınız, üzerimize
Yunanları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve
mağlubiyetin sonucuna katlanarak telafisini sabır ve sükun ve akıl ve tedbir
dairesinde yok etmekten başka çare var mıdır? Yunanlarla harbe tutuşuyor, sonra
da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan şöyle mukavemet ettik, böyle zayiat
verdik gibi yalanlarla halkı iğfale çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki,
Yunanlara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve
menfaatli bir şey olmaz: Allah göstermesin sizin yalanlarınızı şahit tutarak
işgal ettiği memleketimizde; 'bu kadar kan döktüm ve şöyle fedakarlık ettim,
böyle emek çektim' diyerek fetih hakkı davasına kalkar! Hem sizler ey yalancı
ve alçak şakiler! Kendi milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin
yapmadığı şekavet ve kötülükleri irtikap edip dururken milleti, memleket
eşrafını, ulemayı asıp keserek mallarını yağma ederken kendinize ne hakla, ne
yüzle, ne utanmazlıkla Kuvayı Milliye namını veriyorsunuz? Milleti öldürerek,
mahvederek milletin hukukunu müdafaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hainler,
artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenabı Hakk'ın gazap ve laneti sizin üzerine
olsun! Şimdi sulh imzalandı. Kuvayı Milliye belasının doğurduğu mecburiyetle
galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize: 'Eğer
Anadolu'da Kuvayı Milliye isyanını devam ettirir ve bastıramazsanız İstanbul'u
da elinizden alacağız' diyorlar. Kuvayı Milliye eşkıyası ise İstanbul'u da
elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak
için çalışıyorlar.
Ey Anadolu'nun mazlum ve muhterem
ahalisi!
İyi biliniz ve emin olunuz ki, bu hal
böyle devam edemez ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu
vahşetin ateşi ve şekavet böyle sürüp gidemez! Vaktimiz pek daraldı; ve bu
asilerin, baş kaldıranların, şekavetlerinden, cinayetlerinden halk bunaldı
kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu'da asayişi temin
ile çaresiz vatandaşlarımıza refah ve huzur vermeyecek olur isek, galip
devletler tarafından bildirildiği üzere payitahtımızdan, sevgili İstanbul'umuzdan
mahrum edileceğimiz gibi Anadolu'nun da ecnebiler tarafından istila olunacağı
şüphesizdir. Binaenaleyh bu baş kaldıranları, bu asileri mümkün olduğu kadar az
zaman zarfında terbiye etmek ve tepelemek cümlemiz için bir farzdır. Yüksek
seviyede yazılmış resmi ve kesin belgelerden anlayacağınız gibi İstanbul
ahalisi ve merkezi hükümetin nasıl vahim ve elim dakikalar yaşamakta olduğumuzu
nazarı dikkate alarak, tam azim ve ciddiyetle lazım gelen önlemleri almış
olduğunu size bildiririz ve haber aldığımıza göre şanlı halifemiz ve sevgili
hakanımız efendimiz hazretlerinin de asileri terbiye etmek ve sizin rahatınızı
ve saadetinizi temin eylemek için toplanacak kuvvetin başında olarak bizzat
oralara geleceklerini sizlere müjdeleriz. Hazır olunuz ve hainlerden, bu
canilerden vatanı kurtarmak için size düşen görevi yerine getirmede kusur etmeyiniz.
Ey kahraman askerler!
Harp senelerinde sizi cephe cephe
sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin boş
yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat,
Bekir Sami gibi zalimler de var idi! İşte bu hainlerin harp cephesi haricinde
kalmış olan aile fertlerinize kanlı elleriyle ne kadar belalar irtikap etmiş
olduklarını harpten dönüşünüzde gördünüz! Bugün yine o şakiler, baş
kaldıranlardır ki, elleri birtakım yetimlerin, dul kadınların kanlarına
bulaşmış olduğu halde kalbinizin içine sokularak, sizi mahvetmek ve evlat ve
geçindirdiklerinizi yetim ve dul bırakmak ve servet ve mutluluğunuzu tamamen
çalmak için şeytanın dahi hatırına gelmeyen hile ve aldatmayı irtikap ediyorlar.
Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize
aldığınız kutsal fetva ki, Allah'ın emridir, okuduğunuz ulu yazı ki,
halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır; siz Allah'ın emrine, halifenin
fermanına uyarak bu canileri, bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla
görevli ve yükümlüsünüz. Şu alçaklar ve omuzdaşları bu cinayetleri hep sizin
sayenizde yapıyor; bunların bedenlerini tamamen dünyadan kaldırmak beşeriyet
için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Memleketin başına bu kadar felaket
getirmiş olan bu hainler daha yaşatılacak mı? Siz daha ne kadar böyle gafletle
bunların gayrimeşru emirlerine uyacaksınız? Korkuyoruz ki, sizin bu aklınız, bu
gafletiniz, körükörüne hainlere itaatiniz, daha pek çok mescitlerimizi ve
mabetlerimizi harap eyleyecektir!
Askerler! Bu kadar uyuduğunuz artık
yeter, bu zalimlere alet olduğunuz artık kifayet eyler!
Padişahımız, halifemiz, efendimiz
hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz koşunuz,
geliniz, dünya ve ahiret saadetini kazanınız. İşte size ihtar eyliyoruz. Allah'ını,
Peygamber'ini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!"
Bu bildiriden dolayı bazı üyeleri
istifa eden cemiyet, 14 Kasım 1919'da aldığı bir kararla adını Teali İslam
Cemiyeti olarak değiştirdi. Yeni oluşumda eski kuruculardan sadece İskilipli
Mehmet Atıf ve eski üyelerden Seydişehirli Hasan Fehmi yer aldı.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi ve
Müderrisin Cemiyeti ile Teali İslam Cemiyeti'nin kurucularından olan İskilipli
Mehmet Atıf, Cemiyeti
Müderrisin tarafından 26 Eylül 1919'da yayınlanan bildiri nedeniyle ve
Türkiye Cumhuriyeti'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak
ve halkı isyan ve gericiliğe teşvik etmek suçlarından, 26 Ocak 1926 tarihinde
Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi ve karar 3-4 Şubat
1926 gecesi infaz edildi.