18 Kasım 2017 Cumartesi

İşgal Günlerinde Mustafa Sabri, Damat Ferit, Nemrut Mustafa, İskilipli Atıf, Dürrizade Abdullah, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Teali İslam Cemiyeti Sinan SEYDİOĞULLARI


       

          Ermenilerin zorunlu göçünde görevini kötüye kullanarak, ölümlere neden olduğu iddiasıyla görevden alınan, ancak Konya'da yapılan yargılamasında aklanan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, Damat Ferit Hükümeti tarafından gözaltına alınıp, yeniden yargılanmak üzere 30 Ocak 1919'da İstanbul'a getirildi. Nemrut lakaplı Kürt Mustafa Paşa başkanlığında, İstanbul Harp Divanı'nda yapılan yargılama sonunda idama mahkum edildi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri'den alınan fetva ile 10 Nisan 1919 günü Beyazıt Meydanı'nda asıldı. Son sözleri şöyleydi: "Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok. Üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…" Vasiyetinde ise şunlar yazılıydı: "... Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk milleti sonsuza kadar yaşayacaktır." Erzincanlı Hafız Abdullah Avni de aynı gerekçeyle idam edildi. Mehmet Kemal Bey TBMM tarafından 14 Ekim 1922 tarihinde Milli Şehit ilan edildi.


          15 Şubat 1919'da Abdülfettah, Geyveli İbrahim Hakkı ve İskilipli Mehmet Atıf ile Ermenekli Mustafa Safvet tarafından kurulan Cemiyeti Müderrisin'in yönetim kurulu Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf ve Ermenekli Mustafa Safvet'ten oluşuyor, üyeleri arasında Sait Nursi ve Seydişehirli Hasan Fehmi de bulunuyordu. Cemiyet, 26 Eylül 1919'da İkdam Gazetesi'nde şöyle bir bildiri yayınladı:
          "Anadolu'nun muhterem ve masum ahalisi! Teali İslam Cemiyeti'nin (Cemiyeti Müderrisin'in) iş bu beyannamesini nazarı dikkat ve ehemmiyetle okuyunuz! Ey Anadolu'nun masum ve mazlum ahalisi!
          Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp, vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir süreden beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan, mal ve mülkünüzden, kiminiz çoluğunuzdan çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve kutsal vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belaların ve salgın hastalıktan beter olan afetlerin nedenini size biraz anlatalım: On iki sene önce İttihat ve Terakki adıyla memleketimizde bir sapıklık çıktı. Selanik dönmeleriyle aslı nesli, mezhep ve meşrebi belirsiz çeşitli türedilerden meydana gelmiş olan bu cemiyet; zorbacı yönetimi kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. O zamanki padişahımız Sultan Hamit'i de aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yakacak dediler. Arası çok geçmedi, ilk önce padişahı aldattıkları meydana çıktı. Bir Otuzbir Mart aldatmasıyla Sultan Hamit'i haksız yere tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber haremi hümayuna kadar girerek oradaki saygıdeğer iffetli kadınların üstünü başını aradılar, ziynetlerini soydular. Otuz bu kadar sene halifelik makamnda ve saltanatta bulunmuş bir şanlı padişahın kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret, bu denilenin nasıl cibilliyetsiz ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti; padişaha yaptıkları davranıştan milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildi. Fakat biz o zaman anlayamadık, Cenabı Hak basiretimizi bağlamıştı. Yine Otuzbir Mart hadisesini bahane ederek Selanik'ten İstanbul'a gelen düzme Hareket Ordusu yani ittihat çetesi payitahttaki asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını din hadimleri olan dini bilim öğrencisini, din bilginini sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumu darağacına asmışlar ve Fatih Camisi şerifine kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye'nin idaresini ellerine aldılar. Ellerine geçirdikleri devlet ve Osmanlı saltanatının sınırı Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbakır, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük vilayetleri ve ülkeleri kapsıyordu. Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ilk önce Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk'taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli'nin kalesi seviyesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. Bu yüzden kendilerinin de mevkisi sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul'da çalışan mücahit ve muhaliflerin yardımıyla İttihatçılar devrildi. Gazi Muhtar Paşa ve Kamil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar el altından çalıştılar. Balkan Harbi'ni ihdas ettiler ve Kamil Paşa Hükümeti'ni küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı ordusunun içine girerek Allah'tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan, dolan, hile ve aldatmalarla İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Babı Ali'yi bastılar. Harbiye nazırı Nazım Paşa'yı, benzeri günahsız devlet memurlarını öldürdüler. Ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. Mahmut Şevket Paşa hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damadı Şehriyari Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop'a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve milletin fertlerinin ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan milletvekili seçimlerinde sopayla, silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek, milletin oyunu zorla, istediklerine verdirdiler, bu suretle seçilen mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati gizlediler, millete söylemediler. Eğer millet, bu gibi seçim sıralarında biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı savaşan muhaliflerle el ele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maruz olmayacaktı. Ne yazık ki, öyle zamanlarda yalnız muhalifler çalıştı. İttihatçıların zorlama ve eziyetine göğüs gerdi, fakat milletten hakkıyla yardım göremeyen o bir avuç yardım ehli ve muhalefet ordusunun bir kısım subayına dayanan İttihatçılarla başa çıkamadı; kahroldu, perişan oldu ve zavallılar vaktiyle İttihatçıların ne kadar zararlı ve tehlikeli bir yaratık olduğunu anlamak üzere her türlü belalara maruz olurken beri tarafta milletin ekseriyeti seyirci gibi duruyor ve güya; bize dokunmayan yılan bin sene yaşasın der gibi aldırmıyordu. I. Dünya Savaşı ortaya çıkıp da savaş ve açlık nedeniyle her evden bir ölü çıkmaya başladığı gün, millet ve memleket vaktiyle İttihatçılarla çarpışan mücahitlere yardım etmemesinin cezasını apaçık gördü, fakat iş işten geçmişti.
          Gerçekten İttihat ve Terakki'nin kıpkızıl cahil ve kanlı elleriyle, bütün dünya için bir tehlike olan o I. Dünya Savaşı'na istemeye istemeye sürüklendiğimiz zaman, millet ve memleketimiz için kıyamet kopmuştu. Bu muharebeye karışmayıp, uzakta durmak daha sağlamcı ve gerekli iken Almanların teşviki ve Enver ve Talat gibi çılgınların eliyle kendimizi öyle büyük bir tehlikeye attık; bütün dünya ve bütün İslam alemi bizi ayıpladı, artık bizim işimiz daha o gün bitmişti. Koskoca Osmanlı saltanatı beş on serserinin keyif ve arzusuna feda edilmişti. Artık sınırda ve çeşitli cephelerde milyonlarca vatan evladı su yerine kırılıyordu. Halbuki bu kadar fedakarlığa rağmen İngiliz ve Fransız gibi çok büyük ve düzgün devletlere karşı bu muharebede katiyen bizim için kazanmak ihtimali yoktu. Bir taraftan da harp meydanlarındaki kayıplarımız kadar ve belki daha fazla olarak ahali açlıktan ve sefaletten yok oluyordu. Milletin fertleri bu kötü durumda ve yoksullukta kıvranırken, çaresiz Anadolu yavruları ana-baba kuzuları kızgın çöllerde ve karlı dağlarda mihnet ve meşakkat altında aç ve susuz can verirken İttihatçılar İstanbul'da ve tehlikeden uzak yerlerde zevki sefa ile vakit geçiriyor, istediği gibi yiyor, içiyor, yüz milyonlarca lira borca soktuğu milletin hazinesinden, Müslüman'ın devlet hazinesinden, küçük çocukların nafakasından para çalıyor, zengin olmaya çalışıyor ve milletin acıklı durumuyla adeta alay ediyordu. Çünkü bu herifler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede alemi ölüme teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemek ve evvelkinden daha zinde ve kuvvetli bir mevcudiyetle muharebenin sonuna çıkmak usulünü pekiyi biliyorlardı. Muharebe olur, harbi kendisi çıkarmayan her sınıf halk zayiata uğrar, cidden azalır; fakat İttihatçılar sanki eskisinden fazla çoğalır. Bu hal gözbağcı İttihatçılara mahsus bir sihirdir. I. Dünya Savaşı'ndan önceki İttihatçılarla sonrakiler arasında bir karşılaştırma yaparsanız, bu dakika vakıf olursunuz. Bu sır ve sihrin anahtarını da, arzettiğimiz üzere başkalarını harbe ve ölüme sevkederek kendileri geride yaygara ile vakit geçirmek ve tehlikeden kendilerine iltica ederek kul köle yazılanların adediyle kendi mevcutlarının adedini artırmak usulünü maharetle idare etmelerinde aramalıdır. Nitekim bu defa da Anadolu'da Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden namerdane bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahali ve askerden topladıkları kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve 'siz mevkinizde sebat edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz' tarzında yalanlar ve hilelerle savuşup kaçarak, zavallı neferlerimizi ve ahalimizi boşu boşuna kırdırmak usulünü takip ediyorlar. Biçare millet bu yankesicilerin hilelerini, aldatmalarını hala tamamen anlayamamıştır. Yazık, bin kere yazık ki gerek harp içinde ve gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Talat, Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire gibi beş on şakinin vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakarlığı göze aldıramayarak memleketi ve kendilerini ebedi tehlikeden kurtarmak ve selamete çıkarmak yolunu anlayamadı hala da anlamıyor! Millet meşrutiyeti kabul ettiği zaman bunun ahkamını ve Kanuni Esasi'sini kendi muhafaza edecek ve hukukunu zorbalara ve yalancılara, dolandırıcılara kaptırmamak üzere kendisi olanca kuvvetiyle ve bütün azim ve dikkatiyle çalışacak; uyumayacak ve yaldızlı sözlere aldanmayacak, zarar ve menfaatini gerçekten takdir edecekti. Halbuki millet hala aldanıyor, aldatılıyor, lüzumsuz yere girdiği ve mağlubiyetle çıktığı bir muharebenin sonrasında da aklını başına toplayamıyor! Kendisini hala aldatmaya çalışan heriflere niçin diyemiyor ki: 'Ey hainler, Ey Allah'tan korkmayan ve Peygamber'den haya etmeyen mahluklar; muharebe ettiniz, başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, bizi de o yolda mahv ve perişan ettiniz, devletlere karşı mağlup olduk' dediniz mütareke imzaladınız, silahlarımızı, boğazlarımızı, payitahtımızı teslim ettiniz. Şimdi neye tekrar gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet etmekten ve istila olunmayan memleketimizin kalanını da istila ettirmekten başka bir faydası olmayacak surette delice hareketlere kalkışıyor ve bizi de eskisi gibi boşu boşuna kırdırıyorsunuz?
          İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin sonucuna katlanarak telafisini sabır ve sükun ve akıl ve tedbir dairesinde yok etmekten başka çare var mıdır? Yunanlarla harbe tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan şöyle mukavemet ettik, böyle zayiat verdik gibi yalanlarla halkı iğfale çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki, Yunanlara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz: Allah göstermesin sizin yalanlarınızı şahit tutarak işgal ettiği memleketimizde; 'bu kadar kan döktüm ve şöyle fedakarlık ettim, böyle emek çektim' diyerek fetih hakkı davasına kalkar! Hem sizler ey yalancı ve alçak şakiler! Kendi milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet ve kötülükleri irtikap edip dururken milleti, memleket eşrafını, ulemayı asıp keserek mallarını yağma ederken kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvayı Milliye namını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek milletin hukukunu müdafaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hainler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenabı Hakk'ın gazap ve laneti sizin üzerine olsun! Şimdi sulh imzalandı. Kuvayı Milliye belasının doğurduğu mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize: 'Eğer Anadolu'da Kuvayı Milliye isyanını devam ettirir ve bastıramazsanız İstanbul'u da elinizden alacağız' diyorlar. Kuvayı Milliye eşkıyası ise İstanbul'u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar.
          Ey Anadolu'nun mazlum ve muhterem ahalisi!
          İyi biliniz ve emin olunuz ki, bu hal böyle devam edemez ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu vahşetin ateşi ve şekavet böyle sürüp gidemez! Vaktimiz pek daraldı; ve bu asilerin, baş kaldıranların, şekavetlerinden, cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu'da asayişi temin ile çaresiz vatandaşlarımıza refah ve huzur vermeyecek olur isek, galip devletler tarafından bildirildiği üzere payitahtımızdan, sevgili İstanbul'umuzdan mahrum edileceğimiz gibi Anadolu'nun da ecnebiler tarafından istila olunacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bu baş kaldıranları, bu asileri mümkün olduğu kadar az zaman zarfında terbiye etmek ve tepelemek cümlemiz için bir farzdır. Yüksek seviyede yazılmış resmi ve kesin belgelerden anlayacağınız gibi İstanbul ahalisi ve merkezi hükümetin nasıl vahim ve elim dakikalar yaşamakta olduğumuzu nazarı dikkate alarak, tam azim ve ciddiyetle lazım gelen önlemleri almış olduğunu size bildiririz ve haber aldığımıza göre şanlı halifemiz ve sevgili hakanımız efendimiz hazretlerinin de asileri terbiye etmek ve sizin rahatınızı ve saadetinizi temin eylemek için toplanacak kuvvetin başında olarak bizzat oralara geleceklerini sizlere müjdeleriz. Hazır olunuz ve hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen görevi yerine getirmede kusur etmeyiniz.
          Ey kahraman askerler!
          Harp senelerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin boş yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de var idi! İşte bu hainlerin harp cephesi haricinde kalmış olan aile fertlerinize kanlı elleriyle ne kadar belalar irtikap etmiş olduklarını harpten dönüşünüzde gördünüz! Bugün yine o şakiler, baş kaldıranlardır ki, elleri birtakım yetimlerin, dul kadınların kanlarına bulaşmış olduğu halde kalbinizin içine sokularak, sizi mahvetmek ve evlat ve geçindirdiklerinizi yetim ve dul bırakmak ve servet ve mutluluğunuzu tamamen çalmak için şeytanın dahi hatırına gelmeyen hile ve aldatmayı irtikap ediyorlar. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız kutsal fetva ki, Allah'ın emridir, okuduğunuz ulu yazı ki, halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır; siz Allah'ın emrine, halifenin fermanına uyarak bu canileri, bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla görevli ve yükümlüsünüz. Şu alçaklar ve omuzdaşları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların bedenlerini tamamen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Memleketin başına bu kadar felaket getirmiş olan bu hainler daha yaşatılacak mı? Siz daha ne kadar böyle gafletle bunların gayrimeşru emirlerine uyacaksınız? Korkuyoruz ki, sizin bu aklınız, bu gafletiniz, körükörüne hainlere itaatiniz, daha pek çok mescitlerimizi ve mabetlerimizi harap eyleyecektir!
          Askerler! Bu kadar uyuduğunuz artık yeter, bu zalimlere alet olduğunuz artık kifayet eyler!
      Padişahımız, halifemiz, efendimiz hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz koşunuz, geliniz, dünya ve ahiret saadetini kazanınız. İşte size ihtar eyliyoruz. Allah'ını, Peygamber'ini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!"

          Bu bildiriden dolayı bazı üyeleri istifa eden cemiyet, 14 Kasım 1919'da aldığı bir kararla adını Teali İslam Cemiyeti olarak değiştirdi. Yeni oluşumda eski kuruculardan sadece İskilipli Mehmet Atıf ve eski üyelerden Seydişehirli Hasan Fehmi yer aldı. 

          Türk'ü soysuz olarak gören Mustafa Sabri tarafından yazılıp, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah tarafından onanan ve Mustafa Kemal ile Kuvayı Milliye üyelerinin asi, katlinin vacip ve padişahın sadık tebasına zulüm ve işkence eden, halkın mallarını çalan, insanları kesen, memleketi nifak ve parçalanmaya sürükleyen, ülkeyi fesada veren eşkıyalar olduğunu belirten 5 Nisan 1920 tarihli fetva, Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Sultan Vahidettin tarafından imzalanıp, yürürlüğe kondu. Fetva İstanbul Hükümeti, İngiliz ve Yunan uçakları, İngiliz torpidoları, İngiliz konsoloslukları, Yunan kuvvetleri, Rum ve Ermeni teşkilatları tarafından Anadolu'ya dağıtıldı.  

İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi ve Müderrisin Cemiyeti ile Teali İslam Cemiyeti'nin kurucularından olan İskilipli Mehmet Atıf, Cemiyeti Müderrisin tarafından 26 Eylül 1919'da yayınlanan bildiri nedeniyle ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve gericiliğe teşvik etmek suçlarından, 26 Ocak 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi ve karar 3-4 Şubat 1926 gecesi infaz edildi.