* Bu yazı ilk defa Kasım 2005'te Alanya Vizyon Dergisi'nde yayınlanmıştır.
Yaylalarda ve dağ köylerinde öyle
doğal ve kültürel değerlerimiz var ki, toplumsal ilgisizliğimiz ve yetkililerin
ödenek sıkıntısı, farkında olmadan bunların bazılarının yok olmasına neden oluyor.
Ne yazık ki, örenyerleri ve mağaralar daha çok çobanlar, sürüleri ve
defineciler tarafından ziyaret ediliyor.
Bu defa, Koçdavut üzerinden
Gazipaşa’nın birkaç yaylasını görmeye gidiyoruz. Demirtaş’tan Kemer köprüye,
oradan Şıhlar köyü Yenialiler mahallesine geçiyor ve daha önce muhtar
vasıtasıyla irtibat kurduğumuz Hebil Yeni’yi buluyoruz. Yöredeki mağaralardan,
Cebelireis eteğinde ve iki katlı olduğunu duyduğumuz Çimenini’ne gitmeyi
planlarken, rehberimizin ısrarıyla Beyreli mağarasına yöneliyoruz. Bir ekim
sabahı, Üççam tepesinin yamacında ve çam ağaçları arasında on beş dakika yürüyoruz.
Mağaranın hemen önünde bir dağan ağacı var. Mağaranın girişi, 6-7 metre eninde
ve 1,50 metre yüksekliğinde. Dört ayrı bölümden oluşan mağaranın toplam
uzunluğu 25-30 metre. Giriş kısmında, büyük bir ihtimalle definecilerin açtığı
büyükçe bir çukur var. Mağaranın yaklaşık 100 metre doğusunda, Beyreli kalesi denilen
örenyerinin olduğunu öğreniyor, dönerken, fıtıkçı Mescit Dede, Obuz harabeleri
ve mağaraları hakkında bilgi ediniyoruz. Pirce’ye uğramadan gitmeyelim diyoruz.
Koca bir çınarın yanında bulunan Pirce Alaaddin Türbesi’ni ziyaret ediyor ve birer
fatiha okuyoruz. Pirce’nin ünlü asası çalınmasın ya da başına kötü bir iş
gelmesin diye mezar odası kilitlenmiş. Pirce’nin asası 1974’te, Kıbrıs Savaşı
sırasında ortadan kaybolmuş. Birkaç gün sonra ucu kanlı bir şekilde tekrar
ortaya çıkmış.
Artık gitme zamanı… Koçdavut’a doğru yola koyuluyor, 1620 metre rakımlı geçide varmadan, bir çeşmenin başında mola veriyoruz. Yayla yollarındaki su başlarında ve piknik yerlerinde bırakılan çöpler genel bir kirlilik oluşturuyor. Bu bir bilinç ve toplumsal disiplin eksikliğimiz. Biz çöpümüzü yanımıza alıyor ve en yakın çöp bidonuna bırakıyoruz. Çağdaş toplumlarda, çevresini kirleten bedelini öder. Yeri gelmişken, denizden birkaç pet şişe çıkararak ve körpecik çocuklara kumsallardaki çöpleri toplatarak, çevrecilik yaptığını zannedenler, oraları kirletenleri ve kirletenlerin sırtından euroları kapanları nedense görmezden geliyorlar. Nitekim, kölelik beyinde başlıyor, istismar onun arkasından geliyor.
Neyse, Koçdavut’un başı yine dumanlı… Yaylaları birer birer geçiyoruz: Kaş, Beldibi, Karıköprüsü, Seki, Tokar…
Söğüt yaylasının Soğukoluk çeşmesinden su içip İkievli yaylası yoluna dönüyoruz. Naylon seralarda ve bahçelerde yetiştirdikleri fasulye, salatalık, domates ve elmaları taşıyan hayvanlarıyla birlikte insanlar geliyor karşımızdan. Çalışıp üretmek, insanları özgürleştiriyor ve onlara mutluluk veriyor. Yaylacılar yaylanın son günlerini yaşıyorlar. Bazıları, geriye doğru göçe başlamış bile… Kamyon, traktör, kamyonet ne bulursa, onunla göç ediyor yaylacılar. Yağmurdan çamur olmuş yollar biraz sıkıntı yapıyor. Darı deresinden karşıya geçiyoruz. Maha büyük bir yayla…
İlginç şekilli kayalar, yaylaya ayrı bir hava veriyor. Bir
taraftan yağmur çiseliyor, diğer yandan Maha’nın yaşlı ve uzun karaçam
ağaçlarını bile örten bir sis kaplıyor çevreyi. Belbaşı yaylası da sis altında…
Belbaşı’ndan aşağıya doğru inerken, yola devam etmemiz zorlaşıyor. Görüş mesafesi
zaman zaman 10 metreye kadar düşüyor. Yaklaşık beş kilometre böyle yol
alıyoruz.