30 Mayıs 2022 Pazartesi

Başı Dumanlı Yaylalar “Koçdavut’tan Maha’ya…” Sinan Seydioğulları



 * Bu yazı ilk defa Kasım 2005'te Alanya Vizyon Dergisi'nde yayınlanmıştır.


              Yaylalarda ve dağ köylerinde öyle doğal ve kültürel değerlerimiz var ki, toplumsal ilgisizliğimiz ve yetkililerin ödenek sıkıntısı, farkında olmadan bunların bazılarının yok olmasına neden oluyor. Ne yazık ki, örenyerleri ve mağaralar daha çok çobanlar, sürüleri ve defineciler tarafından ziyaret ediliyor.      

              Bu defa, Koçdavut üzerinden Gazipaşa’nın birkaç yaylasını görmeye gidiyoruz. Demirtaş’tan Kemer köprüye, oradan Şıhlar köyü Yenialiler mahallesine geçiyor ve daha önce muhtar vasıtasıyla irtibat kurduğumuz Hebil Yeni’yi buluyoruz. Yöredeki mağaralardan, Cebelireis eteğinde ve iki katlı olduğunu duyduğumuz Çimenini’ne gitmeyi planlarken, rehberimizin ısrarıyla Beyreli mağarasına yöneliyoruz. Bir ekim sabahı, Üççam tepesinin yamacında ve çam ağaçları arasında on beş dakika yürüyoruz. Mağaranın hemen önünde bir dağan ağacı var. Mağaranın girişi, 6-7 metre eninde ve 1,50 metre yüksekliğinde. Dört ayrı bölümden oluşan mağaranın toplam uzunluğu 25-30 metre. Giriş kısmında, büyük bir ihtimalle definecilerin açtığı büyükçe bir çukur var. Mağaranın yaklaşık 100 metre doğusunda, Beyreli kalesi denilen örenyerinin olduğunu öğreniyor, dönerken, fıtıkçı Mescit Dede, Obuz harabeleri ve mağaraları hakkında bilgi ediniyoruz. Pirce’ye uğramadan gitmeyelim diyoruz. Koca bir çınarın yanında bulunan Pirce Alaaddin Türbesi’ni ziyaret ediyor ve birer fatiha okuyoruz. Pirce’nin ünlü asası çalınmasın ya da başına kötü bir iş gelmesin diye mezar odası kilitlenmiş. Pirce’nin asası 1974’te, Kıbrıs Savaşı sırasında ortadan kaybolmuş. Birkaç gün sonra ucu kanlı bir şekilde tekrar ortaya çıkmış.

             Artık gitme zamanı… Koçdavut’a doğru yola koyuluyor, 1620 metre rakımlı geçide varmadan, bir çeşmenin başında mola veriyoruz. Yayla yollarındaki su başlarında ve piknik yerlerinde bırakılan çöpler genel bir kirlilik oluşturuyor. Bu bir bilinç ve toplumsal disiplin eksikliğimiz. Biz çöpümüzü yanımıza alıyor ve en yakın çöp bidonuna bırakıyoruz. Çağdaş toplumlarda, çevresini kirleten bedelini öder. Yeri gelmişken, denizden birkaç pet şişe çıkararak ve körpecik çocuklara kumsallardaki çöpleri toplatarak, çevrecilik yaptığını zannedenler, oraları kirletenleri ve kirletenlerin sırtından euroları kapanları nedense görmezden geliyorlar. Nitekim, kölelik beyinde başlıyor, istismar onun arkasından geliyor.   

             

        Neyse, Koçdavut’un başı yine dumanlı… Yaylaları birer birer geçiyoruz: Kaş, Beldibi, Karıköprüsü, Seki, Tokar… 

                    Söğüt yaylasının Soğukoluk çeşmesinden su içip İkievli yaylası yoluna dönüyoruz. Naylon seralarda ve bahçelerde yetiştirdikleri fasulye, salatalık, domates ve elmaları taşıyan hayvanlarıyla birlikte insanlar geliyor karşımızdan. Çalışıp üretmek, insanları özgürleştiriyor ve onlara mutluluk veriyor. Yaylacılar yaylanın son günlerini yaşıyorlar. Bazıları, geriye doğru göçe başlamış bile… Kamyon, traktör, kamyonet ne bulursa, onunla göç ediyor yaylacılar. Yağmurdan çamur olmuş yollar biraz sıkıntı yapıyor. Darı deresinden karşıya geçiyoruz. Maha büyük bir yayla…

               İlginç şekilli kayalar, yaylaya ayrı bir hava veriyor. Bir taraftan yağmur çiseliyor, diğer yandan Maha’nın yaşlı ve uzun karaçam ağaçlarını bile örten bir sis kaplıyor çevreyi. Belbaşı yaylası da sis altında… Belbaşı’ndan aşağıya doğru inerken, yola devam etmemiz zorlaşıyor. Görüş mesafesi zaman zaman 10 metreye kadar düşüyor. Yaklaşık beş kilometre böyle yol alıyoruz.

              Şahinler, Karatepe ve Ilıcaköy’ü geçiyoruz. Karamanlar’dan sonra Kahyalar’a doğru, sağlı sollu, çok sayıda cam sera görüyoruz. Onurlu bir zenginlik bu… İster istemez Alanya geliyor aklımıza. Paranın köleleştirdiği ve yabancılaştırdığı, istismarcı bir sürü adam müsveddesinin fink attığı, çarpık turizm anlayışının ve çarpık kentleşmenin betonlaştırdığı Alanya… Yılgınlığa düşen müşen yok, ama kahırlanıyor insan.   

            


Gökbel Yaylası’yla Koçdavut Arası Sinan SEYDİOĞULLARI


*Bu yazı ilk defa Eylül 2004'te Alanya Vizyon Dergisi'nde yayınlanmıştır.

              Alanya’ya 60 kilometre uzaklıkta, 1650 metre yükseklikte bulunan Gökbel, bugün Alanya’nın Türbelinas ve Gedevet yaylalarından sonra, en büyük yaylası... Kuşyuvası yolu açılmadan önce Alanyalıların yaylalara gidip gelmek için sıklıkla kullandığı Koçdavut ise, 1620 metre rakımlı bir dağ geçidi...

              Yeni bir yayla turunda, Dimçayı vadisinden Kuşyuvası’na ve oradan Gökbel yaylasına çıkacak, oradan da Çayarası’na inip Söğüt Yaylası ve Koçdavut üzerinden Alanya’ya döneceğiz.

           Dim Barajı göl suları altında kalacak olan Dimçayı yatağı, piknik yerleri ve bitki örtüsünü seyrederek, vadinin tam orta yerindeki Akköprü’ye varıyoruz. Akköprü’den sonra, Gümüşkavak Köyü kuzeyinden ve Yalçı Köyü güneyinden geçip ormancıların kontrol noktasının bulunduğu Kuşyuvası yol kavşağına çıkıyoruz. Kavşaktan 5 kilometre sonra Kuşyuvası geçidindeyiz... Karapınar köyüne doğru 4. kilometrede Gökbel yaylası sapağı bulunuyor. Gökbel yaylası sapaktan 17 kilometre ileride...

           Karaçam, ardıç, göknar ve sedir ağaçlarından oluşan ormanlık alandan sonra Alacamiçökelesi’ni, sonra da Bucakçökelesi yol ayrımını geride bırakıyoruz. Sağımızda Bodarya Boğazı, solumuzda ise Büyük Akdağ var. 9. kilometreden sonra, Geven dağı ile Akdağ arasında uzanan Arpalık Boğazı’nı ve sağ yanımızdaki Hanaylık Yaylası’nı geçip Gökbel Yaylası’na varıyoruz.


              Yaylanın kışın kardan dolayı kapanan yolu ancak Mayıs ayı sonuna doğru açılabiliyor. Yaylanın batısında bulunan Gölcük tepesinin eteğindeki kar deliğinden yaz aylarında kar çıkartılıyor. Her hafta cuma günü kurulan pazarına civar ilçe, köy ve yaylalardan alışverişe geliyorlar. Her yıl yağlı pehlivan güreşleri düzenlenen yaylanın orta yerinde, misafirler için yapılmış yatak odaları bulunuyor. Meyve ve sebze de üretilen Gökbel Yaylası ve civarında endemik kekikler ve dağ çayları yetişiyor. Gökbel’den ayrılıyor, doğuya doğru, Karaibişler ve Yanıklar yaylalarını geçiyoruz.

Yolda rastladığımız bir motosikletli, bizi yörük çadırına, ayran içmeye davet ediyor. Daveti kabul ediyor ve motosikletin ardından, Sülüklü yaylası sınırlarında kalan Sarıtaş evliyasının karşısındaki yüksek tepeye kadar çıkıyoruz. Yaklaşık 2100 metre yükseklikte bulunan yörük çadırını ve keçi ağılını koruyan çoban köpekleri bizi görünce havlamaya başlıyorlar. Sahibi köpeklerin genç ve daha azgın duranına fazla yaklaşmamızı istemiyor. Yörük çadırı daha çok bir barakayı andırıyor. Büyükbaba ve çocuklar da oradalar... İkram edilen yağlı ayranı ayaküstü içiyoruz. Keçi ağılındaki “koca teke” kendini göstermek istercesine oraya buraya sıçrayıp duruyor...

              Yörük çadırından ayrıldıktan bir iki kilometre sonra, yolun solunda bulunan Üçoluk çeşmesinin yanında araçtan iniyoruz. Çeşmenin suyu bugüne kadar içtiğimiz yayla suları içinde en soğuk olanı...

Buradan Cindi Yaylası’na doğru yol alıyoruz. Cindi Yaylası’nda, yolumuzu yaşlı bir kadından sorup öğreniyoruz. “Eve buyurun... Çay demleyeyim” diyor teyze. Sağlıklar diliyor, yolumuzun uzun olduğunu söyleyip ayrılıyoruz. Yaşlı sedir, göknar ve karaçam ağaçlarından oluşan ormanın sık örtüsü ve farklı tonlardaki yeşil rengi gözlerimizi okşuyor. Ormanlık arazinin virajlı yollarından Cindi Deresi’ne iniyoruz. Derenin karşı tarafında Avlağa Yaylası var. Derenin kıyısından devam ederek, Nebiler Yaylası’na ve oradan çay molası verdiğimiz Çayarası’na varıyoruz. Yolda gelirken gördüğümüz Yarıkkaya için, “Hızır bir kılıç darbesiyle ikiye bölmüş!” diyorlar. Daha güneyde, Kerimoluğu’ndaki Deliktaş’ın da Hızır’ın bir kılıç darbesiyle delinmiş olduğunu söylüyorlar.


 Yolun solunda, güneye doğru Gevne Çayı akıyor... Karapınar Köyü yol ayrımından Dikmetaş Yaylası’na, sonra Gölbeleni tepesinin doğusundan, Orman işletme binalarının yanından geçip Söğüt Yaylası’na ulaşıyoruz.

              Yaylanın çevresinde sık ormanlık var. Ormancı ve Soğukoluk çeşmelerini geçiyor ve yaşlı karaçam ağaçlarının bulunduğu Tokar Yaylası’na geliyoruz. Her yıl burada yayla şenlikleri yapılıyor. Altı kilometre sonra, Keçeliderbendi temriye suyunun bulunduğu Seki Yaylası’nda araçtan iniyor, bir süre yürüyoruz. Yaylanın bol oksijenli havası ciğerlerimizi adeta yakıyor. Sonra Karıköprüsü, Beldibi ve Kaş yaylalarını geçerek, Koçdavut evliyasının bulunduğu geçide ulaşıyoruz.


              Koçdavut evliyası ile ilgili şöyle bir hikaye anlatılıyor: Küçük Davut, anasının açtığı yufkaları pişirmekteyken “Koş Davut!” diye bir ses duyuyor ve karşı dağda uçuruma yuvarlanmak üzere olan bir katırı görüyor. Hemen yetişip omzuyla katırın ayaklarına destek veriyor ve onu kurtarıyor. Göz açıp kapayıncaya kadar geri dönen Davut’un pişirmekte olduğu ekmek biraz yanıyor. Bunun üzerine, anasına durumu açıklamak ve omzundaki nal izlerini göstermek zorunda kalan Davut’un bir evliya olduğu böylece anlaşılıyor.

              Koçdavut geçidinin başında, telle çevrilmiş alanda evliya mezarının yerini arıyoruz. Bir kayanın dibinde, dallarına bez parçaları bağlanmış küçük bir ağaç dikkatimizi çekiyor. Bu bez parçaları genelde şifa, çocuk ya da koca dileyenler tarafından bağlanıyor. Koçdavut geçidinde, bir süre Akdeniz’i ve denizde batan güneşi seyrediyoruz...

              Artık inişteyiz... Fakırcalı, Tırılar, Demirtaş derken, hava kararıyor... Alanya’da bizi şehrin ışıkları karşılıyor...