8 Ekim 2016 Cumartesi

ABD Emperyalizmi ve Milli Sanayinin Çöküşü Sinan SEYDİOĞULLARI

ABD Emperyalizmi ve Milli Sanayinin Çöküşü   Sinan SEYDİOĞULLARI

1946 Nisan'ında İstanbul'a gelen ABD'nin Missouri savaş gemisi, Bezmi Alem Valide Sultan Camisi'nin minareleri arasına "Welcome" mahyası asılarak karşılandı. Türkiye dış yardım ve uluslararası ekonomik kurumlar ile ilişki kurma ihtiyacından dolayı, Mart 1947'de Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası'nın üyesi oldu.
Hilts Heyeti Raporu Türkiye'nin karayolu öncelikli bir ulaştırma politikasını seçmesini; Thornburg Raporu, sanayileşmekten vazgeçmesi ve ithalata yönelmesini; Barker Misyonu Raporu ise uluslararası iş bölümü kapsamında bir tarım ülkesi olarak gelişmesini tavsiye etti. ABD, lokomotif fabrikası kurulmamasını ve denizyolu taşımacılığının teşvik edilmemesini de öneriyordu. Mason locaları, 5 Şubat 1948'de, Cumhurbaşkanı İnönü'nün emri ve Celal Bayar'ın desteği ile tekrar faaliyete geçti. Masonlar, Halkevleri'ne devredilen tüm mal varlıklarını geri aldı.
İngiliz manda yönetiminin yardım ve desteğiyle Filistin'e planlı bir göçü gerçekleştiren Yahudiler 14 Mayıs 1948'de İsrail Devleti'ni kurdu. Türkiye önceleri karşı olduğu halde, 28 Mart 1949'da İsrail'i tanıdı.
1948'de kabul edilen Marshall Planı, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülkeye ABD'nin askeri ve ekonomik yardımını öngörüyordu. ABD yardımı hibe hariç 1949'da 5,2 milyon dolar, 1950'de 48,7 milyon dolar, 1951'de 35,2 milyon dolar ve 1952'de 86,3 milyon dolar olarak gerçekleşti. ABD'nin hibe dahil 1945-1952 döneminde Türkiye'ye toplam yardımı 343 milyon doları buldu. 25 Temmuz 1950'de Türkiye Kore Savaşı'nda, 4500 kişilik askeri bir birliğini Birleşmiş Milletler emrine verdi. Türk Tugayı, Kasım 1950 Kunuri Savaşı'nda yaklaşık 500 askerini kaybederek, müttefik ABD'nin 8. Ordusu'nun geri çekilmesini sağladı. Ekim 1951'de Türkiye NATO'ya kabul edildi ve TBMM Şubat 1952'de NATO'ya girişi onayladı. Derin NATO yapılanmasıyla birlikte ABD, İngiltere ve İsrail güdümlü politikalar ağırlık kazandı.
1950 yılında Danimarka'ya satılan THK-5 ambulans uçağı için İsveç ve Danimarka yeniden sipariş vermiş, THK-15 eğitim uçağı için alınan 100 adet siparişten ise, 60 adedi teslim edilmişti. İhtiyaç duyduğu makine, uçak, dizel motor gibi araçları Avrupa ve Amerika'dan satın almaya başlayan Türk Hükümetinin bu politikası nedeniyle yeterli sipariş alamayan THK, 1941 yılında kurmuş olduğu Eskişehir ve Etimesgut uçak fabrikalarını 1952'de, 1947 yılında kurmuş olduğu Gazi Motor Fabrikası'nı ise 1954'te Makina ve Kimya Endüstrisi (MKE) Kurumu'na devretti. Motor fabrikası 1955'te traktör fabrikasına dönüştürüldü. 1959 yılında üretimini durduran Etimesgut Uçak Fabrikası, bu tarihten sonra yedek parça üretti ve 1968'de tekstil makineleri fabrikasına dönüştürüldü.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

15 Temmuz 2016 "Türk Milleti Cesurdur" Sinan SEYDİOĞULLARI













15 Temmuz 2016
"Türk Milleti Cesurdur"

                                                                                             Sinan SEYDİOĞULLARI

İnsanlık tarihi, içten çürümeyi ve soysuzlaşmayı geç fark eden; "yönetim kimde olursa olsun benim için fark etmez", "gelen ağam, giden paşam" diyen toplumların acı sonlarıyla doludur.

Tarihte zor kullanılarak köle yapılan insanları kölelikte tutan, yine onların korkaklıkları olmuştur. Siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda varlığını korumak için güçlü olmak gerekir. Güçlü olmanın ilk şartı egemen olmaktır. Haklarını savunabilen, cesur ve özgürlüklerini tehdit eden unsurlara karşı her zaman uyanık olan insanlar, yönetim politikalarının oluşturulmasında etkin olmuşlardır.

Halk, egemenliği elinde bulundurmak, kendi insanını hor gören ve toplumsal bilinçlenmenin önünde engel olan istismarcı, sömürge ve satılık aydınlar takımına rağmen, insanca yaşama düzeyine ulaşma iradesini ortaya koymak zorundadır. "Halk vurucu olmalı... Ancak o zaman saygıdeğerdir."

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanıyla millet, padişahın kulu olmaktan kurtulup, devletin sahibi olmuş ve laikliğin temeli atılmıştır. Benimsenen laiklik ilkesi şöyledir: “Milli ve toplumsal hayatta kişinin dinsiz, şu veya bu inanç sistemine üye oluşu, milli ve toplumsal görevi bakımından ne bir kusur ne de bir erdem sayılamaz. Türkiye’de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, laikliğin ilan olunduğu andan itibaren hiç kimse, hiçbir ibadete zorlanamaz. Hiç kimse vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten yasaklanamaz.

Şeyhlik, mürşitlik, dervişlik gibi yapılanmalar İslam toplulukları üzerinde egemenlik kurma ve çıkar sağlama aracı olagelmiştir. Ancak Atatürk'ün de dediği gibi, "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, uygarlık tarikatıdır."

İman sahibi olanlar, rızkı ve eceli Allah'ın verdiğine inanır. Allah'tan başkasının önünde eğilmez, kula kulluk etmezler.

Vatan özgürlüktür. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.   

Türk halkı 15 Temmuz 2016'da emperyalistlere, masonik yapılanmaya, uluslarüstü sermayeye, ABD ve yerli iş birlikçilerine, mayın eşeklerine, vatansız dinci ve komünistlere, şeyhlik ve ağalık düzenine, Allah'la aldatanlara, münafıklara, üst akıl maşalarına, cemaat ve menfaat yapılanmasına askeri, polisi ve siyasetçisiyle birlikte karşı durarak, egemenliğin asıl sahibi olduğunu göstermiştir.


30 Mayıs 2016 Pazartesi

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un Fethi (1453) ve Zordan Anlayan Müslümanlar Sinan SEYDİOĞULLARI

 
 
 
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un Fethi (1453) ve Zordan Anlayan Müslümanlar
Sinan SEYDİOĞULLARI
 

          1452'de Rumeli Hisarı'nı inşa ettiren Fatih Sultan Mehmet (1432-1481), XI. Konstantin'den kenti teslim etmesini istedi. Avrupa, yardım etmek için Bizanslıların Katolik olmasını şart koştuğundan XI. Konstantin, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşme kararını çaresizlikten onayladı. Kuşatma 6 Nisan 1453 günü, projesi Macar Urban ile padişaha ait olan topların atışıyla başladı.


 

Kuşatma sırasında, Cenova'dan yardım getiren 4 gemi Osmanlı donanmasını yarıp, Haliç'e girdi. Bu durum Osmanlı ordusunun moralini bozdu. Bunun üzerine, mikrobun tarifini yapan ilk bilim insanı olan Hoca Akşemseddin (1389-1459), Fatih'e şöyle bir mektup gönderdi: "...Bu olay, gemi ehlinden oldu. Kalbime büyük bir kırıklık ve üzüntü getirdi. Bir fırsat görünüyordu. Fakat bu olay o fırsatı ortadan kaldırdı. Yeni gelişmeler oldu. Birincisi, kafirler rahatladı, sevince boğuldu, moral buldu. İkincisi, sizin görüşünüzün eksik, hükmünüzün ve kararlarınızın isabetsiz, sözünüzün tesirsiz olduğu görüşü kuvvet kazandı. Üçüncüsü, dualarımızın kabul olmadığı, müjdemizin geçersiz olduğu ifade edilir oldu. Bu bakımdan bu olay, bunun gibi pek çok sakıncalar doğurdu. Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dahil gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa, kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir. Bilirsiniz, bunlar zordan anlayan Müslüman'dır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar. Şimdi sizin yapmanız gereken, bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinize, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir. Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurulabilecek kimselere verilebilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur. Allah şöyle buyuruyor: 'Ey şanlı peygamber! Kafirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol. Yumuşak davranma. Onların varacakları yer, cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir.' Bir acayip hal oldu. Üzgün bir halde otururken, Sadatın büyüğü, Caferi Sadık'ın işareti üzerine Kur'an'ı Kerim üzerinde mütalaada bulunurken şu ayete rastladım: 'Allah münafıklara ve kafirlere ebedi olarak cehennem ateşini vaat etti. O, onlara yeter. Allah onları rahmetinin sahasından uzaklaştırdı. Onlar için devamlı azap vardır. Bu ayete göre, bu işte gayret sarf etmeyenler de, senin emrine uymayanlar da Müslüman değildir. Bunlar münafık hükmünde olup, kafirlerle cehennemde beraber olacaklardır. İşlerini daha sıkı tutmandan ve sert davranmadan başka çare olmadığı anlaşıldı. Sonuçta Allah'ın yardımıyla biz buradan utanan ve gücenen değil, ferahlayan, yardım edilen ve muzaffer olarak dönen oluruz. Şimdi, 'kul tedbiri alır, takdiri Allah'a bırakır' hükmü her zaman geçerlidir. Neticede başarı Allah'tandır. Ama elden gelen bütün gayret sarf edilmelidir. Allah resulü ve ashabının sünneti de budur. Hüzünlü bir halde iken biraz Kur'an okuyup yattığımda, birtakım lütuflara ve müjdelere mazhar oldum ve teselli buldum. Bu söylediklerim sana boş söz gibi gelmesin. Gereğini yapasın. Söylediklerim tamamen sizi sevdiğimizdendir."

 

          Osmanlı Devleti'nin gerçek kurucusu olarak nitelendirilen Fatih Sultan Mehmet, coğrafik konumu dolayısıyla defalarca savaşlara ve kuşatmalara sahne olan İstanbul'u 7 Haziran 1453 Salı günü fethetti.
 
          Fatih ilk iş olarak, Ayasofya'ya geldi ve buraya sığınmış olan yerli halkın can ve mal güvenliği ile din özgürlüğü konusunda güvence verdi. Aynı gün ikindi vakti Ayasofya'da ezan okuttu ve askerleriyle birlikte kıldığı namazdan sonra, zorla teslim alınan kentteki en büyük mabedin camiye çevrilmesi geleneğine uygun olarak, Ayasofya'nın camiye çevrilmesi emrini verdi.
 
          İstanbul'un fethi, Orta Çağ'ın bitişi ve Yeni Çağ'ın başlangıcı sayıldı. Kurulan medreselerle İstanbul uluslararası bir eğitim merkezi haline getirildi. Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi önemli merkezlerdeki birikimler İstanbul'a aktarıldı. Farsça ile Arapçanın resmi dil olmasına izin vermeyen Fatih, Türkçeyi edebi bir dil olarak korudu. Sıkı bir para politikası uyguladı ve serveti vergilendirdi. Elindeki araziyi ekip biçmeyi bırakıp, başka bölgelere göç eden çiftçiden alınan vergiyi büyük oranda artırdı. Köy ve mezraları tımar toprağı haline çevirdi, birçok araziyi devletleştirdi. Ulema ve kazaskerlerin siyaset üzerindeki ağırlığını azalttı. Bürokrasiyi çoğunlukla devşirmelere teslim etti. Fatih, Haçlı ittifakını bozabilmek amacıyla 18 Nisan 1454'te Venediklilerle, ayrıcalıklı bir ticaret antlaşması imzaladı. Yeniden kurduğu Ortodoks patrikliğinin başına, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesine karşı çıkan din adamı Scholarios'u geçirdi. İstanbul'da bir de Ermeni patrikhanesi açtırdı. Bilim insanı Georgios Trapezuntios, haritacı Amirutzes ve tarihçi Mihail Kritovulos'u sarayda görevlendirdi.
 
Kritovulos, 1451-1461 yılları arasındaki olayları kapsayan Tarih adlı kitabında Midilli Seferi'ni şöyle anlatır: "II. Mehmet Çanakkale Boğazı'nı ordusuyla birlikte geçti, Küçük Frigya'ya doğru ilerledi ve İlion'a vardı. Harabeleri ve eski Truva kentinin kalıntılarını gezerek, büyüklüğünü, konumunu, art bölgesinin genişliğini, karayla ve denizle olan ilişkisinin yararlarını inceledi. Akhilleus ve Ajaks gibi kahramanların mezarları hakkında da bilgi aldı. Anılarını ve kahramanlıklarını saygıyla andı ve bu yüce anıyı yaşatan Homeros gibi şairleri bulunduğu için mutlu olduklarını düşündü. Başını yavaştan sallayarak, 'Tanrı bunca yıl sonra da olsa bu şehrin ve sakinlerinin öcünü almayı bana bahşetti. Düşmanlarını dize getirmek, şehirlerini talan etmek ve ganimeti Mysialılara vermek bana nasip oldu. Geçmişte bu toprakları Yunanlar, Makedonyalılar, Tesalyalılar ve Peleponezliler talan etmişlerdi. Onların soyundan gelenlere hak ettikleri cezayı ben verdim, o zaman ve daha sonraki yıllarda biz Asyalılara yapılan haksızlık benim gayretlerimle telafi oldu' dediği rivayet edilir." İstanbul kuşatması sırasında kentte bulunan Kardinal İsidore, yazdığı bir mektupta Fatih Sultan Mehmet için Truvalıların prensi diye söz eder. Montaigne Denemeler adlı eserinde Fatih Sultan Mehmet'in, Papa II. Pius'a gönderdiği mektupta "İtalyanlarla aynı soydan olduğumuz ve onlar gibi Hektor'un öcünü almak hakkımız olduğu halde, İtalyanların bize düşmanca davranmasına ve Yunanları korumasına şaşıyorum" dediğini yazar. Birçok Avrupalı Rönesans döneminde Türkleri, Romalıların saygın ardılları olarak görüyordu.
 
 
         Fatih 1475'te Karadeniz'in Azak ve Kırım sahillerini ve 1463-1479 yılları arasında, 16 yıl süren Osmanlı-Venedik savaşları sonunda da, Ege Denizi'nin egemenliğini ele geçirdi. Temmuz 1480'de Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Otranto'ya çıktı. Adına Pulya Seferi de denilen Güney İtalya Seferi'nde Fatih'in asıl hedefi Roma'daki St. Pierre Kilisesi'nin kubbesi, yani Katolik dünyanın merkezindeki Rim-Papa'ydı.
 
          Türk tarihinin en büyük şahsiyetlerinden biri olan, 9 dil bilen, Avni mahlasıyla şiirler yazan ve zehirlenerek öldürülen Fatih Sultan Mehmet, bir gazelinde şöyle der: "Allah yolunda cihat edenlere örnek olmaktır niyetim/İslam dinini yüceltme gayretidir gayretim."


 

 

 

26 Mart 2016 Cumartesi

Avrupa Birliği (EU), Avrupa'nın Laneti (Europe's Curse), Mandacılık, Serbest Dolaşım, Kıbrıs ve Güneydoğu Sinan SEYDİOĞULLARI

Avrupa Birliği (EU), Avrupa’nın Laneti (Europe's Curse), Mandacılık, Serbest Dolaşım, Kıbrıs ve Güneydoğu*            
Sinan SEYDİOĞULLARI
 

   *Bu yazı ilk defa Alanya Aktüel Dergisinin Ocak 2007 sayısında Hurşit Gürler imzasıyla yayınlanmıştır.

               Uzadıkça aleyhimize işleyen AB sürecinde, ulusal çıkarlarımızı korumakta güçlük çektiğimiz apaçık ortada... Türkiye girmeye ısrar ettikçe de, bu süreç aleyhimize işleyecek gibi görünüyor. Türkiye oyalanmakta ve belirsizliğe itilmektedir.

               Üyeliğin, 2014 yılından sonra belki gerçekleşebileceği söyleniyor. Ayrıca Türkiye ile hedefi tam üyelik olduğu vurgulanan müzakerelerin ucunun açık ve sonucunun önceden garanti olmadığı, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine yönelik ciddi ihlaller olması halinde müzakerelerin askıya alınabileceği, uluslararası pazarın işlemesi ve rekabetin etkileri göz önüne alınarak gerektiğinde serbest dolaşım hakkı, yapısal ve tarım politikalarıyla ilgili uygulamada istisnalara gidilebileceği, aday ülkelere istisnai uygulama, özel düzenlemeler ve sürekli istisnai uygulamaların değerlendirmeye alınabileceği, aday ülkenin tam üyeliğin sorumluluklarını almaya hazır olmaması halinde, ilgili ülkenin en güçlü yollarla Avrupa yapısına kenetlenmesi gerektiği kaydediliyor ve tüm müzakerelerden sonra, tüm üye ülke parlamentolarının Türkiye’nin katılımını onaylamaları, bundan sonra da son sözü Avrupa Parlamentosu’nun söylemesi gerekiyor.

               Hiçbir ülkenin, AB’ye üye olmadan girmediği Gümrük Birliği’ni kabul eden Türkiye’nin, AB’ye bundan daha fazla yarar sağlaması beklenemez. AB’ye sanayi alanında önemli avantajlar sunan ve Türkiye’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticarete kısıtlamalar getiren Gümrük Birliği süreci AB’nin lehine, Türkiye’nin aleyhine işlemektedir. Gümrük Birliği antlaşması ticaretimizde ve sanayimizde yıkımlara neden olmuş, ülkeyi ekonomik bağımlılığa götürmüştür. Gümrük Birliği’nden dolayı ticaret açığımız önemli ölçüde büyümüştür. Türkiye, Gümrük Birliği nedeniyle ortaya çıkan zararların karşılanmasını talep edememekte, Gümrük Birliği protokolünde bulunan serbest dolaşım hakkını kullanamamaktadır. AB süreci bu haliyle mandacılığın ve sömürgeciliğin ta kendisidir.


               Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin Gümrük Birliği’ne dahil edilerek, Türk limanlarının Rumlara açılması, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin adanın tümünü temsil ettiğinin ve Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci olduğunun kabul edilmesi demektir. Garantör olan Türkiye’nin dahil olmadığı bir ortaklığa giremeyecek olan Kıbrıs’ın AB üyesi yapılmasına göz yumulmuş ve böylece AB, Kıbrıs sorununa taraf yapılmıştır.
 

               Bu Avrupa “Ermeni soykırımı olmamıştır” diyenlerin cezalandırılmasını, Ermeni, Pontus ve Süryani soykırımının kabulünü, yabancı vakıfların taşınmaz mal edinmelerini, vakıflara ve cemaatlere ait malların iadesini, Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenikliğinin tanınmasını, Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasını, Ege ve kıta sahanlığı sorununun çözülmesini, akarsu ve barajların yönetiminin AB’ye bırakılmasını, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Güneydoğu’da barışı engelleyen unsur olduğunun kabulünü, eyalet sistemine geçilmesini, Güneydoğu Anadolu’daki Kürtlere otonomi verilmesini, Kürtçenin resmi dil olmasını, PKK’nın siyasallaşmasını, Güneydoğu’da DTP’li belediye başkanlarının muhatap alınmasını, Alevilere azınlık hakkı verilmesini, Ermenistan sınır kapısının açılmasını, Kuzey Kıbrıs’ta işgalci olarak ilan ettiği Türk ordusunun geri çekilmesini istemekte, Ermeni soykırımını alenen kabul etmeyen Türk asıllı milletvekili adaylarını aday listesinden çıkarmakta, Apo’ya verilen cezayı lanetlemektedir. İşte Avrupa, işte Avrupa’nın laneti...

29 Şubat 2016 Pazartesi

Demokrasi Komedisi ya da Yalakalık Sinan SEYDİOĞULLARI


Demokrasi Komedisi ya da Yalakalık*
Sinan SEYDİOĞULLARI

*Bu yazı ilk defa Mayıs-Haziran 2007 tarihli Alanya Aktüel Dergisi'nde Hurşit Gürler imzasıyla yayınlanmıştır.  

          Bugün Türkiye’de, seçimler dolayısıyla meydana gelen iktidar değişiklikleri, siyasal gücün varlıklı ve etkili mutlu bir azınlık grubundan bir diğerine devredilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu mutlu azınlıklar, iktidar gücüyle çıkardıkları yasalar sayesinde, çoğunluğu oluşturan insanların yönetimle doğrudan ilgilenmesini engelleyerek, alıp satıyor, çalıp çırpıyor, çıkarları için kullanmayı hak olarak gördükleri kamu zenginliklerini sömürüyor ve bunu da bize demokrasi, halkın egemenliği diye yutturmaya çalışıyorlar.
          Bu sömürü ne yazık ki, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri olan, ancak halktan kopuk olarak örgütlenen ve parti içi demokrasi yerine oligarşik bir yapının egemen olduğu siyasi partiler üzerinden yapılıyor. Seçimlerde milletvekilleri değil, partiler seçtiriliyor. Parti liderleri ve kurmayları, partiye üye kaydederken ve delege seçerken, sadık, güvenilir, eş, akraba, dost, hemşehri ve de ahbap olanları tercih ediyor, sonra da bu insanlar parti genel başkanını ve yöneticileri seçiyor. Böylece siyaseti meslek olarak yapan ve bundan hayatını kazanan siyaset ağaları, siyaset esnafı ve siyaset çavuşları gibi bir siyaset sınıfı oluşuyor.
          Parti liderleri ve kurmayları her zaman çevrelerinde dolanıp, göze girme mücadelesi veren, el etek öpen, çanta taşıyan, her fırsatta yalakalık yapıp, hayranlık gösterisinde bulunan ve her sözü tasdik edenler arasından belirledikleri ile parası bol olduğundan başa yazdıkları milletvekili adaylarını seçtirmek için, hazineden aldıkları para yardımıyla da seçim kampanyaları yapıyor.
          Peki, milletvekili olabilmek için bu kadar yamulmaya ve bu kadar para harcamaya neden gerek duyuluyor? Ya da yalakalık yapmayı beceremeyen ve üstelik yeterince parası olmayan insanlar bu siyasetin neresinde bulunuyor? Yoksa, bir taraftan yasama ya da yürütme işlevini yerine getirirken, diğer taraftan ticari faaliyetlere hiçbir engel olmadan devam edilebiliyor olması, iyi maaş ve çok kısa sürede emekli olup, geleceği garanti altına alması mı milletvekilliğini çekici kılıyor?
          Anlayacağınız, halk egemen megemen değil. Bu, demokrasi hiç değil. Bu olsa olsa, demokrasi komedisi...