19 Aralık 2021 Pazar

National Geographic - Ön Türklerin Genetik Kökenleri ve Akrabaları

https://www.onaltiyildiz.com/ Bu araştırmayı yapanlar Batılı bilim insanları. Ulaştıkları bilimsel veriler şaşırtıcı ve dünyanın tarihini özetleyecek ve Türkleri baş köşeye koyacak kadar değerli. Çekim sırasında Niyazov oldukça heyecanlı çünkü izletinin sonunda anlayacağınız gibi doktorların ona kanser olduğunu söylemeye geldiğini sanıyor. Araştırmayı yapan bilim insanları, insanlığın ortak atasının Asyalı Türklere dayandığını bilimsel olarak görmekten dolayı şaşkın ancak yine de o soyun "Türkler" olduğunu söylemeye dilleri varmıyor. Niyazov bir ara Uygurların, Taciklerin, Kızılderililerin en eski ataları sözüne "TÜRKLER" diye yanıt veriyor ancak bu söz arada kaynıyor ve üzerinde durulmuyor. Aşağıdaki izletide tüm bu araştırmaları yapan Dr. Wells tarafından bilimsel çalışmalar anlatılıyor. İzletideki şu söyleşme (diyalog) ilgi çekicidir. Dr.Wells: “Kanınız, soyunuz bizi ilk Orta Asyalılara, Uygurlardan, Pamirlerden, Taciklerden eskiye, burada yaşayan ilk insanlara kadar götürüyor desem ne dersiniz?” Niyazov: Haa Turki! ... Geçiştiriliyor. Eklemek istediğim çok önemli bir nokta da şudur: Yukarıdaki savları herhangi bir Türk bilgini ileri sürse hem ülkemizde hem de tüm dünyada alay konusu edilir. Soyculukla (ırkçılıkla), kafatasçılıkla suçlanır. Bunu savlayan ve kanıtlayanlar batılı bilginler olunca en başta ülkemizin aydın geçinenleri olmak üzere tüm dünya sus pus oluverir ne hikmetse. Aynı kısır döngü ön Türk tarihi ve Sümerce-Türkçe-Etrüskçe gibi dil konularının ele alınışı sırasında da yaşanır. Türklük ve Türkçe ile ilgili yapılan her araştırmaya burun kıvıranlar ya art niyetlidir ya da kara cahildir. Gerçek bir aydın ve gerçek bir bilgin, milyonda bir olasılık taşıyan her sav için yılmadan ve dürüstlükten ayrılmadan çalışan ve araştırma yapan insan demektir. Biz, bütün tarih yanlı olarak Türkler üzerine kurulsun da demiyoruz. Bilim ahlakı gereği Türklere ve Türkçeye hak ettiği değer verilsin, bizce yeterlidir... Saygılarımla. Suat Özer Türklerin ilk insanlardan bu yana var olan bir ırk olduğu bilgisine insanların Y kromozomuna bakarak ulaşırız. Y kromozomu soy dediğimiz babadan oğula geçen kalıtsal bir anahtardır. Yaklaşık 100.000 yıl önce ilk insanlardan bu yana aktarılan bu kod, yapılan araştırmalarda pek çok Avrupalının, Hintlinin ve Kızılderililerin ilk atasına kadar bizi götürür. Kalıtım bilimci Dr. Spencer Wells tarafından, 2005 yılında National Geographic Genografi Projesi kapsamında genetik araştırma projesi yapılmıştır. Araştırma ilk insanların Afrika’da yaşadığını daha sonra Orta Asya’da geliştiğini ve oradan Avrupa’ya yayıldığını göstermektedir. Dr. Wells, bu durumu şu şekilde ifade eder, “İnsanlığın doğduğu yer Afrika ise Orta Asya da bebeklik zamanını geçirdiği ve büyüdüğü yerdir.” Dr. Wells Orta Asya’da yaptığı araştırmada 2000 Türk’ten kan örneği alır. İçlerinden bir tanesinin kan örneği şaşırtıcı bir şeklide 40.000 yıl önce yaşamış olan ilk insanların Y kromozomu ile aynıdır. Dr. Wells bir biliminsanı olarak bu duruma çok heyecanlanmış ve bu özel insanla tanışmaya gitmiştir. O kişi Zakircan Niyazov adında Kazakistan’da yaşayan bir Türk'tür. Niyazov, genetik olarak M 173 ��"yani Orta Asya işareti- denilen DNA damgasını taşıyor. Zakircan Niyazov’un ilk atası; 40.000 yıl önce Kazakistan’a gelmiş ve oradan hiç ayrılmamış bir Türk. Genetik kökeni 2000 kuşaktan bu yana hiç değişmemiş. Niyazov’un DNA örneklerinin izini süren Dr. Wells, Niyazov’un atalarının yani Türklerin Sibirya’dan Avrupa’ya, Hindistan ve Amerika’ya kadar göç ettiklerini bulmuştur. Türkleri ilk insanlara bağlayan boy şu anda Sibirya/Altaylar'da yaşayan Çukçi Türkleridir.

12 Kasım 2021 Cuma

Bağımsız Olmanın Bedeli Sinan SEYDİOĞULLARI

              

                                  Bağımsız Olmanın Bedeli     Sinan SEYDİOĞULLARI

                     Doğan Avcıoğlu, "Milli Kurtuluş Tarihi" adlı eserinde, dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün 1963'te söylediği şu sözleri aktarır: "Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar dolu. Kandırmaya çalışıyorlar. Başaramazlarsa işi sürüncemede bırakmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı önlem alıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, Washington'un haberi oluyor. Sonucu, memurlardan önce elçiden öğreniyorum... Böyledir bu işler, peygamber edasıyla size dünyaları verir gibi yaparlar. İmzayı attınız mı, ertesi günü gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden gitmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika ne de bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat, sanmayın ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceği bilinmez."

            28 Nisan 1966'da Cemil Meriç şöyle söyler: "Kur'an Tevrat gibi müstehcen değildir, fakat dehşetle karşılanabilecek olan ayetler vardır. Bu itibarla din bahsinde titiz olanlar, kutsal kitabın çırılçıplak tercümesini istemezler. Elbette geniş kalabalıklar tanımalıdır kitapları. Ama kaç zeka, onları tanıdıktan sonra kutsiyetini kabul edebilir. Vivekananda, 'Aklın ve ilmin karşısında tutunamayan her din batıldır' der. Gerçekten Müslümanlığın devam etmesini isteyenler için Kur'an'ın Türkçeye çevrilmesi tehlikelidir. Ama ister istemez edilecektir..."

           Hüseyin Cemil Meriç (1916-1987), 1960’larda setlerin yıkıldığını söylüyordu: "...İslamiyet serbestti ama Batı hayranı aydın takımı için gerçeğe, sağduyuya, akla aykırı bir yığındı; din gericilikti... İslam olmak çağın dışına çıkmaktı. Eğitim de, basın da Batı hayranı aydınların elindeydi... Batı hayranı aydın takımı yüzde yüz Batılıydılar ve Batı'nın değerlerine sadık kaldılar. Yeni kuşaklara gelince... Onlar bu sahte Batıcılıktan tiksinmişlerdi. Masallarla avutulamazlardı artık. İkiye ayrıldılar: ülkelerinin kutsallarına sarılanlarla, sosyalizme gönül verenler, Batı'nın kelimeleriyle: Sağcılarla solcular."  

                    Çetin Altan (1927-2015) ise şöyle diyordu: "Uzun yıllar komprador burjuvazisinin yaşantısı ile bu burjuvazinin doğmasına sebep olan Batı burjuvazisini taklit hareketleri, hep ilericilik olarak değerlendirildi. Toprak reformu yapmak, endüstri aşamasını başarmak gibi bir derdi yoktu kimsenin. Bir tek ilericilik vardı, o da Batı burjuvaları gibi yaşayabilmekti…Yabancı dil bilene, temiz pak giyinene, hanımların elini nazik reveranslarla sıkana, 'Aman ne Avrupalı adam' diyorlardı… Herkes ilericiliğin bu olduğuna imanı billah etmişti. Yani komprador burjuvaları temsil ediyordu bu ilericiliği… Bu ilericilik ise halktan sömürülen paraların şatafatlı şekilde sarfiyatına dayanıyordu. Şampanya içmek, pahalı giysiler içindeki hanımlarla gece kulüplerinde dans etmek, sık sık Avrupa’ya gidip gelmek ilericilikti…Halk ise kendisine çok ters gelen bu bol paralı yaşantıya 'Gavurluk' diyordu… Ve böylece halkı sömüren komprador burjuvaları ilerici olurken, halk da gerici oluyordu… Sosyalizm ile halkın yine burjuvaya kızgınlığının bir başka görüntüsü olan dinsel akımlar aslında kaynağını aynı ezilen sınıftan alıyordu. Sadece birincisi bilimsel bir karşı çıkma, ikincisi ise bilinçsiz bir kızgınlığın metafizik olarak şekillenmesiydi…"

         1966-1968 yılları arasında Türkiye Büyük Mason Mahfili'nin büyük üstadı olan Orhan Hançerlioğlu (1916-1991) Felsefe Sözlüğü, Cilt 7, s.298'de, Yeni Sömürgecilik'i şöyle açıklıyordu: "Kendi ülkelerini sömürten yerli kompradorların emperyalist burjuvaziden aldıkları kar payı, göreceli olarak bir dilenciye verilen sadaka ölçüsündedir. Açık bir deyişle, yerli komprador burjuvazi, bir sadaka karşılığında, emperyalistlerle ortaklıklar kurarak kendi yoksul halkını sömürmektedir."

                Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği'nin seminer ve kongrelerinde Adalet Partisi (AP) taraftarı divan tarafından konuşmaları engellenen bazı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) taraftarı delegeler, düşüncelerini Milli Hareket Dergisinin Mayıs 1968 tarihli sayısında şöyle yayınlıyordu: "...Komünizmle Mücadele Derneği, para babalarının kasalarını bekleme derneği durumuna düştü... Biz komünizmle mücadele edelim derken, onun kökte kardeşi durumunda olan kapitalizmin savunucusu durumuna geldik. Dinsiz komünistlerin başını ezelim derken, imansız kapitalistlere rahat sağladık. Bizim iyi niyetimizi sömüren para babası, toprak ağası, fabrika patronu kapitalist, bir eliyle beslediği komünistlerin üzerine, yanında çalıştırdığı işçiyi, köylüyü saldırttı... Türkiye'deki sosyal dengesizliği görmek istemeyen ruhsuz kapitalistin düşüncesine ortak olmakla bu işler halledilmiyor... Bugün Anadolu halkı çıplak ve açtır...  Namussuz kapitalistin, vicdansız ağanın hainliğini millete açıklayamadık. Bunu yapan komünistler oldu... Biz milletin karşısına kapitalistin maşası, para babasının bekçisi gibi çıktık. Komünistler ise millete koruyucu melek gibi göründüler. Artık bu yoldan dönmeliyiz. Millete kapitalistlerin, toprak ağalarının, sömürücü tüccarın, para babası ve millet düşmanlarının bekçisi olmadığımızı göstermeliyiz. Komünizmin olduğu kadar, maddeci kapitalizmin de düşmanı olduğumuzu ilan etmeliyiz..."

        Nurettin Topçu, 6. Filo'yu protesto edenlerin üzerine saldıranlara karşı, "Siz bu hareketinizle en şaşkın sapıkların safında yer almış bulunuyorsunuz" diye yazdı ve "komünizmin müslümanlığa, Amerika'nın da komünizme düşman olması nedeniyle Amerika'yı desteklemenin her müslümana vacip olduğu" fikrine şiddetle karşı çıktı. Attila İlhan da, "Bu bela sağ/sol çatışması değildir" diyordu. Nitekim, "sağ ve sol" grupların içine pek çok provokatör sızmıştı.

            17 Ağustos 1969'da MTTB Kongresi'nde ümmetçiler ile milliyetçiler arasında taşlı sopalı kavga çıktı. Abdullah Öcalan'ın 1969'da Ankara'da İzmir caddesinde, Komünizmle Mücadele Derneği (KMD) kontrolündeki Fikir Ajansı'na gidip geldiği, KMD yayınlarını basan ajansın sahibinin KMD üyesi ve aynı zamanda MİT'le irtibatlı olan Refik Korkut olduğu yazıldı.


8 Eylül 2021 Çarşamba

Türkiye'de Rasyonalist İslam: Kuran ve Tarihselcilik Gökhan Bacık, Özgür Koca ve Ahmet Kuru







Kıtalar Arası (https://kitalararasi.com​​) söyleşisinde Gökhan Bacık, Özgür Koca ve Ahmet Kuru, İslam dünyasında modern dönemdeki iki ana reform akımı olan "tarihselcilik" ve "Kuran'a dayalı evrenselcilik" ile bu akımları Türkiye'de temsil eden düşünürleri tartıştılar.
https://youtu.be/_vFUMa3mB5I

10 Ağustos 2021 Salı

Anlayana* Sinan SEYDİOĞULLARI

                                                Anlayana*

  Sinan SEYDİOĞULLARI

* Bu yazı ilk defa 26 Nisan 1996 tarihli Yeni Alanya Gazetesinde yayınlanmıştır.

            "Yanlışı savunanın, yalan söyleyenin alçak sesle konuşması ve kibarlığı seçmesi için yeterince nedeni vardır. Ancak hakkı, hukuku kendinden yana hissedenin sert çıkması gerekir."

            Yalanı peynir ekmek yapmıyorsanız, rüşvet vermiyor ya da almıyorsanız ve bu davranışlarınızdan dolayı çektiğiniz acılara katlanıyorsanız, hiçbir kimsenin korumasına muhtaç değilsinizdir.

            Soyguncular takımı kendi ahlaksızlığını, kendi namussuzluğunu ve üçkağıtçılığını perdelemek için bir taraftan "bana dokunmayan yılan bin yaşasın", "böyle gelmiş, böyle gider" eyyamcılığını destekler, bir taraftan da "yangından mal kaçırma" fırsatçılığını "iş bitiricilik" olarak lanse eder.

            "Soyguncular takımı kendisinden güçlü ve üstün olanın çizmesini öper." Para ile her şeyin elde edilebileceğine, her şeyin ve herkesin bir fiyatının olduğuna inanmıştır. Onların en çok hoşlandığı tipler paraya saygılı ve aynı zamanda avanak olanlardır.

            "Güneş'te titreyip, gölgede terleyen" bir yaratılışa sahip değilseniz, bu kuralı sizin için de uygulamak isterler.

            Soyguncular takımı küstahtır. İşlerine gelmeyene, "ya bu deveyi güdersin, ya da bu diyardan gidersin" derler.

            Zorbalığa karşı gelen, gerçeği kuvvet yapan insanlar, bu devenin önüne bir eşek düşmedikçe, bir tarafa gitmeyeceğini iyi bilirler. Ama ne bu deveyi güderler ne de bu diyardan giderler.

            Çünkü cezalıdırlar. Cezaları, o eşekleri gütmektir.

            İsmet İnönü'nün dediği gibi, "Bir memlekette namus erbabı, namussuzlar kadar cesaretli olmadıkça, o memlekette kurtuluş çaresi yoktur."

            Ancak önünüze sayısız engeller çıkartabilirler, iftira atabilirler.

            Bu durumlarda Mevlana'yı hatırlamalısınız: "Köpeklerin dudakları değdi diye deniz kirlenmez."         

15 Temmuz 2021 Perşembe

Teşup’un Memleketi Sinan SEYDİOĞULLARI

                    Teşup’un Memleketi

                                                                                   Sinan SEYDİOĞULLARI

  Alanya Belediyesi Harita Mühendisi

                             “Babam M. Fatih Seydioğulları’nın anısına...” 2004                                

                 Nasıl ki, kış mevsiminde Alanya’ya bardaktan boşanırcasına, gök gürültülü ve aralıksız yağmurlar yağıyorsa, yaz aylarında da İslahiye’ye yöre halkının, “önüne bir perde çekilebilse, belki o zaman kesilir” dediği ve “Garbi” olarak adlandırdığı Gavurdağı yeli eser.                              

TELLİ KÖYÜ VE KAZDAĞI TEPESİ

                 Geç dönemlerde “Hatti ülkesinin göktanrısı” veya “yağmur göktanrısı” gibi adlarla da anılan Hurrilerin fırtına tanrısı Teşup için daha çok Toroslar ve güneyinde, Suriye’ye kadar olan bölgede tapınma merkezleri bulunuyordu. İslahiye’nin 3 kilometre batısındaki Telli Köyü ve civarında yaşayanlar yakın bir zamana kadar yağmur duası yapmak üzere, Teşup’a ait bir ortostatın bulunduğu Kazdağı tepesine çıkıyor ve burada kurban kesiyorlardı. Bir eliyle üç çatallı yıldırımı, diğeriyle de bir sopayı tutan fırtına tanrısı Teşup’un bu ortostatı 1938 yılından beri Adana Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.

 TEŞUP ORTOSTATI  


         
İlk uygarlığın kurulduğu bölge olarak bilinen Mezopotamya’yı ve Suriye’yi Akdeniz’e ve Anadolu’ya bağlayan yollar üzerindeki İslahiye’den İstanbul-Halep demiryolu, 22 kilometre kuzeyindeki Nurdağı ilçesinden ise Mersin-Gaziantep otoyolu geçer. 

 



 



       Tarih öncesi çağlardan beri çeşitli kavimlerin göçlerine, savaşlarına ve ticari ilişkilerine tanıklık eden yörede altmıştan fazla höyük, çok sayıda kalıntı ve dünyanın bilinen ilk açıkhava heykel atölyesi bulunur. İslahiye’nin 23 kilometre güneydoğusundaki Yesemek Köyü’nde bulunan Yesemek Taş Ocağı ve Heykel Atölyesi Hitit ve Geç Hitit dönemlerinde (MÖ 12 ve 7. yüzyıllar arasında) işletilmiş. Hitit kralı Şuppiluliuma döneminde (MÖ 1375-1335) faaliyete geçtiği sanılan heykel atölyesinde bugün üç yüz civarında işlenmiş ve yarı işlenmiş halde sfenksler, dağ tanrıları, arslanlar ve çeşitli yaratık tasvirleriyle mimari çalışmalar bulunuyor. Volkanik ve oldukça sert bir taş olan bazalt kullanılarak hazırlanan heykel taslakları işlenmek üzere Zincirli’ye ve İslahiye ovasındaki diğer yerleşmelere, hatta Suriye’ye gönderiliyordu. Yesemek Açıkhava Müzesi olarak ziyaret edilebilen atölye yaklaşık yüz bin metrekarelik bir alanı kapsıyor ve adeta bir heykel tarlasını andırıyor. 

HEYKEL ATÖLYESİ 





KAPI ARSLANI 
      

 SAVAŞ ARABASI      

                                                             
                    
       


                          

                      

YESEMEKLİ ÇOCUKLAR     

           




YESEMEKLİ EDA      

      

    

 Nurdağı ilçesinin 10 kilometre kuzeydoğusunda bulunan Gedikli Köyü’ndeki Gedikli Höyük buluntuları MÖ 2200’lü, İslahiye’nin 10 kilometre doğusundaki Örtülü Köyü güneyinde bulunan Tilmen Höyük saray kalıntısı ve surları ise MÖ 1700’lü yıllara tarihleniyor. İslahiye’nin 10 kilometre kuzeyinde, Zincirli Köyü’nde bulunan Zincirli (Sam’al) Höyük, Geç Hitit Devleti’nin Kargamış’tan sonraki ikinci merkeziydi. Zincirli Höyük ile Osmaniye’nin Kadirli ilçesindeki Karahöyük arasında bugün ancak kalıntıları görülebilen bir yol bulunuyordu. Nurdağı ilçesinin 17 kilometre doğusundaki Sakçagözü (Keferdiz) ise çok sayıda höyüğün yer aldığı eski bir yerleşim. 

                İslahiye merkezindeki Gözbaşı tepelerinde kurulan Nikola Kalesi, Altınüzüm beldesi-Hızır yaylası yolu üzerindeki Cıncıklı Ören, Telli Köyü güneyindeki Telli Kalesi ve Arfalı Köyü kalıntıları diğer örenyerleri arasında bulunuyor. MÖ 900’lü yıllarda kurulduğu sanılan İslahiye’nin eski adı Nikopolis’tir. Bugün 39 bin civarında olan İslahiye şehir nüfusunun Büyük İskender döneminde yüz bini aştığı ve Büyük İskender’in ilk ceza yasasını MÖ 333’de İslahiye’de uyguladığı söyleniyor. 

         Yörenin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olan Ökkeşiye Türbesi Nurdağı ilçesine 19 kilometre uzaklıktaki Durmuşlar Köyü yakınında bulunuyor. Türbe Hz. Ömer döneminde (634-644), yörenin fethi için Bizanslılarla yapılan savaşta şehit düşen sahabe Hz. Ukkaşe’ye ait. Peygamberlik mührünü görenlerin cennetlik olduğunun söylendiği ve Hz. Muhammed’in herkesle helalleştiği bir gün Hz. Ukkaşe, “Ya Resulullah, Uhud Savaşı’nda bana kırbaçla vurmuştunuz. Hakkımı ancak kısas suretiyle ödeşirim” der. Bunun üzerine, Hz. Muhammed kırbacı ona uzatır, ama Hz. Ukkaşe, “Siz bana çıplakken vurmuştunuz, ya Resulullah” der. Hz. Peygamber sırtını açar açmaz da mührü öper. Türbeyi özellikle erkek çocuğu olmayanlar ziyaret ediyor. Yörede bulunan binlerce Ökkeş’in adı buradan geliyor.        

 ŞAHMARAN DAĞI         

            Osmanlılar döneminde Kozan ve Gavur dağları çevresini kontrol altına almak, aşiretlerin yerleşimini sağlamak ve bölgeyi ıslah etmek için 1865 yılında, Fırka-i İslahiye adı verilen on beş bin kişilik bir ordu kurulur. Ordu on beş yıl süreyle bölgede kalır ve İslahiye’ye adını verir. İslahiye merkezindeki Derviş Paşa Camisi bu dönem eseridir. Derviş Paşa komutasındaki Fırka-i İslahiye’nin zorunlu yerleştirme politikasına direnen saz şairi Dadaloğlu, dönemin olaylarını unutulmaz kavga türküleriyle destanlaştırır: “Belimizde kılıcımız kirmani/Taşı deler mızrağımın temreni/Hakkımızda devlet etmiş fermanı/Ferman padişahın, dağlar bizimdir.”

         Yılanı çok olan bölgede başı insan, vücudu yılan ve upuzun kuyruğu olan “yılanların şahı” efsanevi Şahmaran’ın insanoğlunun ihanetine uğramasıyla ilgili hikayeler anlatılır.                                                Bir de Karayılan’ın, Şahin Bey’in ve Fransızlara karşı savaşan kahramanların hikayeleri... 

KARAYILAN                                                          ŞAHİN BEY

                                                “Sürerim sürerim gitmez kadana/Fransız kurşunu değmez adama/Benden selam söyle garip anama/Vurun Antepliler namus günüdür.” İslahiye ve çevresi 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, daha sonra da 29 Ekim 1919’da Fransızlar tarafından işgal edilir. Çeteler karşısında ağır kayıplar veren Fransızlar 13 Kasım 1920’de İslahiye’yi terk etmek zorunda kalır. Savaş alanı olması nedeniyle tarihte orduların ve aşiretlerin kışlası olan İslahiye, bugün de bir zırhlı birliğin karargahıdır.                                                                  

                    İslahiye’nin yaylaları Amanos ya da Gavurdağı olarak da bilinen Nur dağlarında bulunur. İslahiye’ye 30 kilometre uzaklıkta olan ve turizm merkezi olarak ilan edilmiş bulunan Hızır yaylasına Altınüzüm beldesi üzerinden ulaşılır. İslahiye’yi Çukurova’ya bağlayan en eski ve kısa yolun buradan geçtiği, Büyük İskender’in bu yolu kullandığı ve Hızır yaylasında konakladığı söylenir. 

HIZIR YAYLASI 

    Rakımı 518 metre civarında olan İslahiye ovasının ortasından Karasu Çayı akar. Çayın üzerinde sulama ve taşkın önleme amaçlı olarak 1975 yılında kurulan Tahtaköprü Barajı‘nın yirmi üç buçuk kilometrekare yüzölçümündeki gölünde aynalı sazan ve karabalık (çamur balığı) yaşar ve kooperatif balıkçılığı yapılır. Gölün çevresinde ise kamp ve piknik yerleri bulunur.



TAHTAKÖPRÜ BARAJ GÖLÜ

    Genellikle Akdeniz ikliminin etkisinde bulunan yörenin verimli topraklarında kırmızı biber, üzüm, antepfıstığı, buğday, pamuk, şekerpancarı ve zeytin gibi ürünler yetişir. Kırmızı biber ve üzüm için festivaller düzenlenir. Yöre bağlarında yetişen hatunparmağı ve antepkarası gibi üzüm türleri haklı bir üne sahiptir. İslahiye acı kırmızı biberi ise besin değeri, koyu kırmızı rengi ve tadı bakımından eşsizdir. Bol acılı ve sarımsaklı kebapları, lahmacunu, içli köftesi, iki sac arasında yapılan etli kömbesi ve baklavasıyla ünlü yörenin yemek kültürü çok eskilere dayanır. Yöre insanı yemeyi, içmeyi ve eğlenmeyi sever.

    "Burası Teşup’un memleketi... Burada dağların başı birden dumanlanır, hava birden bozar, birden fırtına kopar."         

14 Haziran 2021 Pazartesi

Türkiye Nasıl Bağımlı Hale Getirildi? II Sinan SEYDİOĞULLARI

Türkiye Nasıl Bağımlı Hale Getirildi? II

                                                                     Sinan SEYDİOĞULLARI


               Kahire'de 27 Şubat 1946'da yapılan antlaşmaya ek olarak ABD'yle imzalanan 6 Aralık 1946 tarihli antlaşmaya göre, ABD Türkiye'de elçilik ve konsolosluk olarak kullanmak üzere taşınmazlar satın almak isterse, sahipleriyle sözleşmeler yapabilecek, bu sözleşmeler gereği yapılacak ödemeler 27 Şubat 1946 tarihli antlaşma gereğince Türkiye'nin borcu sayılacak, taşınmazların Türkiye Hükümeti tarafından sa­tın alınması daha uygun görülürse, bedelleri borçlardan düşülerek, tapu senetleri ABD'ye devredilecekti.  

               12 Ada, 10 Şubat 1947 tarihli Paris Antlaşması ile askeri üs kurmamak, asker ve silah bulundurmamak şartıyla Yunanistan′a verildi. ABD öncülüğünde 14 Şubat 1947'de Dünya Bankası olarak bilinen Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ve 11 Mart 1947'de Uluslararası Para Fonu (IMF) kuruldu. İngiltere’nin 21 Şubat 1947 tarihli muhtırasından sonra ABD Doğu Akdeniz’de sorumluluk yüklenmeye karar verdi. Türkiye Mart 1947'de IMF ve IBRD üyesi oldu. Truman Doktrini 22 Mayıs 1947'de Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu adıyla ABD Başkanı Truman tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. 

            5 Haziran 1947'de Marshall Planı açıklandı. 12 Temmuz 1947'de Marshall Planı kapsamında Avrupa ülkelerine yapılacak yardım miktarının saptanması amacıyla Paris'te düzenlenen konferansta Türkiye Marshall Planı'ndan yardım alacak ülkeler arasında gösterilmedi. Aynı gün, 12 Temmuz 1947'de ABD ile Askeri Yardım Antlaşması imzalandı. "Türkiye Hükümeti, Türkiye'nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomisinin istikrarını muhafazaya devam maksadıyla Birleşik Devletler Hükümeti'nin yardımını istediğinden..." diye başlayan antlaşma, ekonomik ve askeri yardımın uygun kullanılıp kullanılmadığının ABD'li memur ve basın üyeleri tarafından serbestçe izleneceği, devredilen kullanılmış madde ve malzemenin devredilemeyeceği, başka bir ülke yararına kullandırılamayacağı, kredilerin başka amaçla kullanılamayacağı, Türkiye'nin istenilen bilgileri tam ve devamlı olarak vereceği ve yardımın ABD'nin çıkarlarına uygun olduğu sürece yapılacağı şartlarına bağlandı. 

              Bu yardım kapsamında ilk aşamada Yunanistan’a 300, "ileri karakol" olarak görülen Türkiye’ye ise 100 milyon dolarlık karşılıksız savaş artığı malzeme verildi, savaş yıllarında alınan savaş malzemelerinin borçlarının önemli bir kısmı silindi, ancak bu malzemelerin bakım ve yedek parçası için bütçeden yılda yaklaşık 145 milyon dolar ayrılması gerekti.

           Truman doktrini siyasi, askeri ve ekonomik bağımlılığın önünü açtı. Teknoloji transferi ya da altyapısı olmadan hibe ve yardımlar yoluyla elde edilen silahlar milli savunma sanayisini işletimi pahalı ve Amerika’ya bağımlı hale getirdi. Ankara'da halen faaliyetini sürdüren ve Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı ile organik bir bağlantısı olduğu söylenen ABD Savunma İşbirliği Ofisi (ODC) 1947'de kuruldu. 

        Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu (1934-2015) yıllar sonra, "Türkiye 1945'ten beri Amerika'nın resmen işgali altındadır... İsmet İnönü ikili antlaşmalarla Türkiye'nin her şeyini ABD'ye teslim etmiştir" diyordu. 

            Kasım 1947'de yapılan CHP Kurultayı'nda, laiklik ilkesinde yer alan "Parti milli dilin ve milli kültürün diyanet yollarından yabancı dil ve kültürlerin etkisinden korunmasını Türk milletinin hali ve istikbali için lüzumlu sayar" ifadesi tanımdan çıkartıldı. Bununla birlikte Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun yoğun nüfuslu bölgelerde 200 dönümden fazla araziye sahip çiftçilerin topraklarının dörtte birine kadarının kamulaştırılmasını ve çiftçilere faizsiz, 20 yıllık borç verilmesini öngören maddesini kanun metninden çıkarma kararı aldı ve bu kararı 1950'de uyguladı.

    1947'de M. Ali Aybar (1908-1995) Zincirli Hürriyet Gazetesinde şöyle yazdı: "Tarihimizin en kritik anlarından birini yaşıyoruz. istiklalimiz tehlikededir. Ve işin en korkunç tarafı şudur ki, istiklalimize kastedenler bu sefer ordularla değil de, bir yardım teklifinin yaldızlı paravanası arkasına gizlenerek üzerimize yürüdükleri için Türk milleti kuşkulanmıyor ve mahirane, mahirane olduğu kadar hainane bir propaganda da bu kuşkusuzluğu arttırmaya, hatta istiklalimize kastedenleri bir kurtarıcı gibi göstermeye çalışıyor. Bu gibi hallerde hakikati gören namuslu her Türk’e mukaddes bir vazife düşer: Her ne pahasına olursa olsun hakikatleri haykırmak…"

          1947 yılında Genelkurmay’ın jet motoru üretilmesi talebine ve pistonlu motor ve uçakların hava kuvvetleri tarafından alınamayacağı yönündeki görüşüne rağmen Hükümet'in onayıyla pistonlu motor üretilmek üzere lisans sahibi İngiliz De Havilland firması teknik heyeti ve Polonyalı mühendislerin katkısıyla THK Gazi Uçak Motoru Fabrikası kurulmaya başladı. Yılda 200 adet Gipsy Major uçak motoru ve çeşitli makine parçaları üretebilecek tezgahlarla donatılan fabrika ziraat ve taşıt motorları, motopomplar, standart parçalar ve motor yedekleri üretme kapasitesine sahipti. 1947'de Polonyalı teknik elemanların yardımıyla Ankara Beşevler'de ses altı (subsonik) ölçümler için, Ankara Rüzgar Tüneli inşaatına başlandı, Kayseri Tayyare Fabrikası'nda lastik atölyesinde çıkan yangınla uçak lastiği üretimine son verildi. 

          THK Uçak Fabrikası'nda üretilebilecek uçaklar 1947'den sonra yabancı ülkelere sipariş verildi; yerli silah fabrikalarından alım yapılmadı.

               Mason locaları, 5 Şubat 1948'de, Cumhurbaşkanı İnönü'nün emri ve Celal Bayar'ın desteği ile tekrar faaliyete geçti. Masonlar, Halkevleri'ne devredilen tüm mal varlıklarını geri aldı. 

           Dönemin Türk Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin Avrupa'nın kalkınmasına yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu belirtti. Türkiye’nin ağır sanayi unsurlarını kalkınma planından çıkarması, aldığı yardımlarla tarımını geliştirerek Avrupa’nın gıda ve ham madde deposu haline gelmesi şartıyla 15 ülkeyle birlikte Marshall yardımından yararlandırılması kabul edildi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Hasan Saka döneminde, Marshall Planı'ndan yararlanmak için Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948'de Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalandı ve Türkiye aynı gün OEEC üyesi oldu. 

          On beş yıl önce, Atatürk döneminde 1933'te raporu uygun bulunmayan Russel Dorr'un başkanlığındaki bir ABD heyeti antlaşmadan sonra, Ankara'ya gelip yerleşti. ABD'nin 1948 yılında hazırlattığı, Hilts Raporu olarak da bilinen, "Türkiye'nin Yol Durumu" başlıklı raporda karayolunun, demiryoluna nazaran daha kolay ve daha ucuz olması nedeniyle önceliğin  karayolu  yapımına verilmesi ve ABD'li müteahhitler aracılığı ile yapılması isteniyordu. Rapor, 9 yılda tamamlanması planlanan bir programa dönüştürüldü. Marshall Yardımı kapsamında, karayolu yapımında harcanmak üzere, ilk iki yıl için Türkiye'ye 5 milyon dolar ayrıldı, yolların yapımı ABD'li müteahhitler tarafından gerçekleştirildi. 

                Ağustos 1948'de ABD 180 P-47 avcı uçağı, 100 AT-6, 127 AT-11 ve 30 A-26 hafif ve ağır bombardıman uçağı teslim etti. 30 Ekim 1948'de THK Gazi Uçak Motor Fabrikası'nın açılışı yapıldı, Genelkurmay'a rağmen Hükümet'in tercih ettiği İngilizlerin De Havilland Gipsy Major pistonlu uçak motorlarının montaj üretimine başlandı.

                 İsrail'e savaş açan, ancak yenilip anlaşma yapmak zorunda kalan Mısır, Ürdün ve Suriye'den ve hatta Pakistan'dan yüklü oranda silah, havan topu ve cephane siparişi alan Nuri Killigil 1949'da bunları göndermeye başladı. BM Güvenlik Konseyi Suriye ve Mısır'a silah ambargosu koydu. 2 Mart 1949'da fabrikada Nuri Killigil ile birlikte 9 memur, 7 usta, 6 hizmetli, 105 işçi ve fabrikanın depolarında Suriye için yapılmış iki bin havan mermisi bulunuyorken, yangın çık­tı ve art arda üç büyük patlama oldu. Patlamalarda Nuri Killigil, 6 itfaiyeci ve 21 fabrika çalışanı hayatını kaybetti. Yahudi işçilerin hepsinin o gün izin almış olduğu söylendi. TBMM'nin patlamayla ilgili yaptığı gizli oturumun tutanakları "devlet sırrı" olduğu gerekçesiyle açıklanmadı. Kolunun yarısı ve ayağının bir parçası bulunabilen Nuri Killigil ile birlikte ölen 15 kişinin kömürleşmiş ceset parçaları 7 Mart 1949'da kılınan cenaze namazı sonrası Edirnekapı Nuri Killigil Fabrikası Şehitliği'nde toprağa verildi. 22 Mart'ta Nuri Paşa'nın cesedinin büyük bir parçası bulundu. İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen cesedin bir parçası için cenaze namazı kılınamayacağını bildirmesi üzerine, ceset parçası 24 Mart'ta dini bir tören yapılmadan, annesinin mezarının yanında toprağa verildi. Protesto gösterileri yapılabileceğinden cenaze namazına izin verilmediği söylendi. 28 Mart 1949'da Türkiye İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.

             5 Mayıs 1949'da Avrupa Konseyi kuruldu, Türkiye Ağustos 1949'da Avrupa Konseyi'ne katıldı. Nuri Demirağ 25 Eylül 1949'da İsmet İnönü'ye yazdığı açık mektupta, "İngiliz milleti bunalım geçiriyor, her çeşit vesika usulleriyle yoksunluklara katlanıyor, parasının kıymetini düşürmek mecburiyetinde kalıyor, fakat uçakları için hiçbir fedakarlıktan çekinmiyor. Çünkü: Egemen ve bağımsız yaşamak azmindedir. Siz tersine başkasının yardımına güvenerek memleketi silahsızlandırma yolunu tutuyorsunuz" diyordu. 1949'da Nuri Demirağ Uçak Fabrikası savaş sanayisi statüsünden çıkartıldı, Beşiktaş'taki atölye ve etüt merkezi kamulaştırıldı; ilkokullara seçmeli din dersi konuldu.

            Kahire'de 27 Şubat 1946'da imza edilen antlaşma gereğince temin edilen paraların kullanılmasına dair 27 Aralık 1949 tarihinde imza edilen Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu (Fulbright Komisyonu) Kurulması Hakkındaki Antlaşma'nın 5. maddesi şöyledir: "...Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu, 4'ü TC vatandaşı ve 4'ü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD'nin Türkiye'deki Büyükelçisi, komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir..." 

      1949’da türbeler yeniden ziyarete açıldı. ABD ve NATO’nun Türkiye gibi ülkelerde, "komünizm tehlikesine karşı" uygulamaya koyduğu "dinsel eğitim", yani "eğitimin dinselleştirilmesi" projesi ve bu anlaşmanın etkisiyle Köy Enstitüleri sınırlandırılıp ve etkisizleştirildi. 

        Türkiye 1949'da, Maraş ve Hatay’daki krom madenlerinin yönetimini, Türkiye temsilcisi doğrudan ABD'ye bağlı olan OEEC'ye bıraktı. 1949'dan itibaren THK-15 Uğur adlı eğitim uçağından 84 adet üretildi. Amerikan yardımı kapsamında Türkiye'ye verilen 12 DC-3 Douglas askeri taşıt uçağı 1200 çalışanı bulunan THK Etimesgut Uçak Fabrikası'nda revizyondan geçirilerek yolcu uçağına dönüştürüldü; 1949 yılında bu uçaklardan birkaçının revizyonu THK Etimesgut Uçak Fabrikası'nda yapılmadı ve uçak fabrikası bulunmayan İsrail’e gönderildi. Mart 1950'de Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü tüm mal varlığı ile devredilerek Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu Genel Müdürlüğü (MKEK) kuruldu; 1940'lı yıllarda dünyanın en kaliteli namlu çeliğini ve namlularını üreten kurumsal altyapı kara, deniz ve hava kuvvetlerine yönelik silah, mühimmat ve yedek malzeme; ilk demiryolu rayı haddeleme, sac ürünleri, nitroselüloz, pirinç malzeme, askeri pil, çelik çekme, TNT, barut, kapsül, elektrik sayaçları üretimi gerçekleştirdi.

            1950 seçim kampanyasında CHP ve Demokrat Parti (DP), Türkiye’nin Amerikan kredilerine ve yabancı sermaye yatırımına ihtiyacı olduğu konusunda hemfikirdi. NATO üyeliği için ilk resmi başvuru CHP iktidarının son günlerinde, 11 Mayıs 1950'de yapıldı, ancak reddedildi. 14 Mayıs 1950 Milletvekili Genel Seçimleri'nde DP iktidar oldu.

 

30 Mayıs 2021 Pazar

Devrim Otomobilleri, Yabancı ve İş Birlikçi Lobiler Sinan SEYDİOĞULLARI

                          Devrim Otomobilleri, Yabancı ve İş Birlikçi Lobiler

                                                Sinan SEYDİOĞULLARI

            

              1961'de Türkiye'de 36 755 motorlu araç vardı ve 1958-1960 model araçların sayısı ancak 400'ü buluyordu. Bir ithal otomobil 50 bin liraya satılıyordu. Askeri cuntanın başında bulunan Cemal Gürsel, 24 Ocak 1961'de sanayici, iktisatçı, iş adamı ve bürokratlardan oluşan bir heyetten, ucuz ve sağlam, halk tipi bir Türk otomobilinin üretimi için gerekli ön çalışmalara başlamalarını istedi. 1980 askeri darbe hükümetinde de bakanlık yapacak olan dönemin Sanayi Bakanı bunun mümkün olmadığını, mümkün olsa bile, yılda 20 bin araç üretilmesi gerektiğini, Türkiye'de otomobile bu kadar büyük bir talebin olmadığını, oto sanayisi kurmak için 6 yabancı firmanın başvurduğunu açıklayıp, hükümeti yerli otomobil ve yerli motor üretiminden vazgeçirmeye çalıştı ve engel olamadığını görünce 14 Nisan 1961'de istifa etti. Yabancı ve iş birlikçi lobiler Türkiye'de yerli otomobil ve motor üretiminin yapılmasını istemiyordu.

            16 Haziran 1961'de tasarım ve malzeme olarak tamamen yerli malı bir otomobilin üretilmesi görevi Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) İşletmesi'ne verildi. TCDD'nin Ankara, Eskişehir ve Sivas fabrikalarında yedek parça imal eden yetişmiş bir teknik kadrosu ve bunlara inanan bir yönetim kadrosu vardı. TCDD yaklaşık 4,5 ayda, 2 adet otomobili 29 Ekim 1961 Cumhuriyet Bayramı törenlerine yetiştirmek üzere, 1 400 000 TL ödenekle 4 adet otomobil ve 10 adet motor üretecekti.

            Ekim 1961'de Eskişehir Demiryolu Fabrikası'nda, yaklaşık 4,5 aylık sürede, Yüksek Mühendis Emin Bozoğlu yönetiminde 23 Türk mühendisi ve işçilerinin büyük çalışma ve emeğiyle tamamen yerli malzemeler kullanılarak ve bazı parçaları Ankara ve Sivas fabrikalarında yapılarak 4 adet 50 beygirlik A4L yandan sübaplı tipi, üçer adet 60 beygirlik A4T üstten sübaplı ve 70 beygirlik B3T üstten sübaplı tipi olmak üzere toplam 10 motor, 3 adet A tipi ve 4 adet B tipi toplam 7 şanzımanlı; 4 silindirli, 4 zamanlı, 2070 cm³ hacminde benzinli motor, 81 mm silindir çapında, 3600 devir/d azami motor devrinde, azami hızı 140 km/saat, uzunluğu 4500 mm, genişliği 1800 mm, yüksekliği 1550 mm, ağırlığı 1250 kg teknik özelliklerinde 4 adet sedan otomobil üretildi. Türkiye'nin ilk yerli otomobili Devrim'in, kaputundaki ve jant kapaklarındaki Devrim arması dahil her şeyi elde üretildi.

            Siyah renkli Devrim'in son kat boyası ancak 28 Ekim akşamı vurulabildi, pasta ve cilası Ankara'ya sevk edilmek üzere yüklendiği trende, yol alırken yapıldı. Bej ve siyah renkli 2 Devrim otomobili trenle ancak 29 Ekim sabahı Ankara'ya ulaştırılabildi ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e sunulmak üzere TBMM önüne getirildi. Siyah renkli Devrim'in benzininde küçük bir sorun yaşandı. Cemal Gürsel bej renkli Devrim'le önce Anıtkabir'e, oradan da geçit töreninin yapılacağı Hipodrom'a geçti. Siyah ve bej renkli Devrim'ler burada geçit törenine katıldı.    


            30 Ekim tarihli bazı gazetelerde, "Devrim yolda kaldı", "Devrim'in benzini bitti", "Devrim yürümedi", "Devrim ancak 200 metre yürüdü", "Devrim pahalıya mal oldu", "Milletin parası har vurup harman savruldu", "100 metre gidip bozuldu" gibi ilk yerli otomobil Devrim'i küçümseyen ve alaya alan başlıklar atıldı.

            Ankara Garı'nın giriş kısmında bir süre halkın gösterimine sunulan Devrim'ler daha sonra Eskişehir'e götürüldü. Devrim'in seri üretimi montaj sanayisinin işine gelmiyordu. Yerli otomobil ve yerli motor üretilmesine en büyük engel ABD'ydi. Bürokrasi içinde aleyhte bir lobi oluşturuldu. Devrim otomobilleri için Eskişehir İl Trafik Müdürlüğü'ne birkaç kez tescil, ruhsat ve plaka için başvuruldu, ancak "Menşe Şehadetnamesi" olmadığından ruhsat verilmedi. Hükümet ABD destekli bu lobiye daha fazla direnemedi ve Devrim otomobilinin seri üretiminden vazgeçti. Devrim'lerin Ankara'ya gönderilmesi istendi ve gönderilenler presle ezildi. Bozuk olduğu gerekçesiyle gönderilmeyen otomobil ise, halen çalışır durumda olup, Eskişehir TÜLOMSAŞ bahçesinde sergilenmektedir.

3 Mart 2021 Çarşamba

Kırmızı Güller Sinan SEYDİOĞULLARI


Kırmızı Güller

Kırmızılar kan damlası sevgilim; 

çaresizim mengeneler arasında.

Gözlerimde perde, kör yarasalar.

Beni asıl kahreden paslı bir bıçak.

Üşüyorum, sızlarken bedenim.

Nerede, o soğuk kış gecelerimin 

gürüldeyen sobası?

Nerede, o kar beyazı tenin?

Sevgilim bayrak,

Sevgilim toprak,

Sevgilim gökler.

Selam size, kırmızı güller.

Sinan Seydioğulları 1987