22 Aralık 2024 Pazar

Diyarbakır Eskiden Beri Bir Türkmen Şehridir Senem ÖZDOĞAN

 

Diyarbakır Eskiden Beri Bir Türkmen Şehridir   Senem ÖZDOĞAN

 


            Günümüzde Diyarbakır ve çevresi için yapılan karalamaların aslında belgelere dayanarak gerçek olmadığı ve Diyarbakır‘ın eskiden beri bir Türkmen şehri olduğu ortaya konulmaktadır.



               M.Ö 6000 yıllarında Orta Asya’dan göç eden Sümer Türkleri, Anadolu’ya geldikleri zaman Fırat ve Dicle nehirlerinin yukarı kesimlerine yerleşmişlerdir. Bu göçler, uzun yıllar devam etmiş ve Sümer Türkleriyle soydaş olan, Subârtu adıyla tanınan Hurrîler, bölgeye yerleşmişlerdir (Balin, 1970: 6). Bu dönem itibariyle, şehir “Amid, Amidâ, Amide, Kara Amid, Kara Hamid, Diyar-ı Bekr ve Diyarbakır” adları ile günümüze ulaşmıştır.

         Diyarbakır’ın Orta Asya’dan gelen Sûbari Türkleriyle iskân hareketi, Sümer ve Akâdlar (M.Ö.2750–2725), Hurrîler-Mitânniler (M.Ö.2725–1260), Asurlular (M.Ö.1260–1190), Kumruklar (M.Ö. 1190–1116), M.Ö 116 ile M.Ö. 653’e kadar Arami, Bit-Zamanî, Asurlu ve Urartulu’lar arasında el değiştirmiş; Saka- İskit Türklerinin buraya inmesi ve yerleşmesinden (M.Ö. 653–625) sonra Medler, Persler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Büyük Tiğran Kralları ve Romalılar arasında el değiştirmiştir. M.Ö 69’da bölgeye hâkim olan Romalılar idaresindeyken, Part’lar, Sasanlılar arasındaki el değiştirmeler devam etmiş, M.S 395’den itibaren Doğu Roma hâkimiyetinin başladığı bölgede Akhunlar görülmeye başlanmıştır (Cantay, 2004: 27).

             Kafkaslar yoluyla Anadolu’ya akınlar düzenleyen Hunlar, muhtelif istikamette ilerleyerek M.S 363–373 yılları arasında Urfa ve Diyarbakır’a yerleşmişlerdir. Bu dönemden itibaren bölgede Türkleşme özellikleri görülmüş ve Hunlar bulundukları yerlere örf ve adetlerini taşımışlardır (Kafesoğlu, 2000: 57). Akhunların bulundukları bölge, daha sonraki dönemlerde İran’daki devletlerin akınlarıyla karşılaşmışlarsa da M.S 639 yılında bölgenin büyük kısmı ve Diyarbakır, Mardin, Urfa gibi şehirler Arap Müslümanlarının eline geçmiştir (Cantay, 2004: 28). Bu devirden sonra, Diyarbakır sırasıyla, Emevîler, Abbasiler, Şeyh Oğulları, Hamdaniler, Bûveyh Oğulları ve Mervân Oğulları Devletlerinin eline geçmiştir. Bu devletler sayesinde İslamiyetle tanışan Diyarbakır’da günümüze ulaşan pek çok eser yer almaktadır (Yılmazçelik, 1995: 4). Bu eserlerden en önemlisi Sant-Tomar kilisesinin camiye çevrilmesi ve “Ulu Cami” adını almasıdır. Diyarbakır, Mervan Oğulları Devleti döneminde imar, ziraat, eğitim, sanat hatta sağlık hizmetlerinde ilerleme kaydetmiştir. Ayrıca bu dönemde çok sayıda medrese, cami, hamam, kervansaray, köprü ve hastahaneler yapılmıştır. Bu eserlerden bazıları günümüze ulaşan yapılar arasında yer almaktadır (Ünalan, 2004: 186).

       Selçuklu ve Artuklu dönemlerine kadar, Diyarbakır’da hâkimiyeti sürdüren devlet, Mervân Oğulları olmuştur. Selçuklu Devletinin 1085–1093 yıllarında şehirdeki hâkimiyetlerine kadar bölgeye sık sık Oğuz akınları başlamıştır. Türklerin Anadolu’ya ilk geliş tarihi sayılan Selçuklu devrinden önce de Diyarbakır’a akınlar başlamış, nitekim bu dönemde Türkmen akınları yoğunlaşmıştır. Şehire yerleştirilen Anası-Oğlu ve Bûka Beyleri, günümüzde hala var olan Türklerin ataları sayılmaktadır. Selçuklu sultanı Alp Arslan döneminde yapılan 1071 Malazgird Savaşı ile Anadolu ve Suriye toprakları kalıcı Türkmen yerleşmesiyle Bizans’a karşı büyük bir güç oluşturmuştur (Cantay, 2004: 27).

              Büyük Selçuklu devrinde Diyarbakır surları, onarılarak Mardin Kapı, Yedi Kardeş Burcu, Nur ve Yeni Kapı Burcu inşa edilmiştir (Tuncer, 1996: 66–67).

         Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri içerisinde yer alan diğer şehirler gibi, Diyarbakır’da Büyük Selçuklu hâkimiyeti ile Osmanlı hâkimiyeti arasındaki dönemde, İnal Oğulları (1097–1142), Nisan Oğulları (1142–118), Hasan Keyf Artukluları (1183–1232), Eyyûbi Devleti, Anadolu Selçukluları (1240–1302) ve Mardin Artukluları (1302–1394) hâkimiyetlerinin dışında ayrıca İlhanlılar, Çobanîler ve Celayirlilerin istilasına uğramış ve son olarak da Timur’un işgali sırasında (1394–1401) büyük tahribe uğramıştır. 

           Diyarbakır’da hâkimiyet kuran devletler değişse de Türkmen nüfusu değişmeyen şehir bir süre sonra, Akkoyunlu Türkmen Devletinin hâkimiyetine alınmıştır. Bu dönemde Diyarbakır’ın günümüzde de hala kullanılan camileri “Sefa Cami, Nebi Cami, Dört Ayaklı Minare, Semaniye Köşkü“ inşa edilmiştir. Şah İsmail döneminde Safevî idaresine giren Diyarbakır, Osmanlı Devleti ve Safevîler arasında yapılan Çaldıran Savaşı sonucunda Osmanlı hâkimiyetine alınmıştır. 10 Eylül 1515 tarihinde Bıyıklı Mehmet Paşa şehre beylerbeyi olarak tayin edilmiştir. Osmanlı döneminde ticari yolların kesiştiği bir noktada yer alan şehire sürekli olarak Türkmen yerleşimleri devam etmiştir (Cantay, 2004: 28).

        Diyarbakır’da yer alan Türkmen unsurlarına Boz-Ulus Türkmenleri adı verilmiştir. Boz-Ulus içerisinde yer alan aşiretlerden bir kısmı konar-göçerliği terk etmeleri için Orta Anadolu’ya göçe zorlanmışlardır. Kalanların bir kısmı Rakka sınırındaki Beliç Nehri tarafına gönderilirken, geri kalanları da Diyarbakır ve çevresinde kalarak Türkmen soyunu devam ettirmişlerdir.

           İnsanoğlunun yeryüzünde görülmesi jeoloji devirlerinin sonuncusu olan Anthopozoik (Dördüncü zaman) çağına rastlamaktadır. Bu zamanda bölgemizde insanoğlunun varlığına rastlanmaktadır. Fakat kısa bir süre sonra, Akdeniz ülkelerindeki uzun başlı (Dolikosefal) tipteki orta boylu insanların, ilk defa olarak Suriye üzerinden Dicle – Fırat boylarını takip ederek Anadolu içlerine geldikleri bilinmektedir (Diyarbakır Yıllığı, 1972:4). Yapılan kazılar sonucunda Anadolu’nun ilk sakinlerinin, Paleolitik (Eski Taş Devri) ve Mezolitik (Orta Taş Devri) çağlarda yaşamlarını avcılık – toplayıcılık ile sürdüren tüketici insan toplulukları olduğu ortaya çıkmıştır. Bu insan toplulukları mağaralarda ve kaya sığınaklarında göç ederek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu dönemde, Diyarbakır ve çevresindeki mağaraların bazıları şunlardır; Eğil mağaraları, Diyarbakır’daki Malikli ve Hilar mağaraları, Silvan’da Hasuni mağaraları, Dicle Nehri kolları üzerinde bulunan birçok mağara (Soyukaya, 1999: 27; Diyarbakır Yıllığı, 1973: 4). 

         İnsanların üretime geçmesi ile ilk yerleşik köy toplumları oluşmaya başlamıştır. Bu tarımcı köy topluluklarının en güzel örneği, Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü Tepesi’dir. Çayönü, günümüzden 10.000 yıl önceye dayanan tarihiyle sadece bölgenin değil, uygarlık tarihimizde de önemli bir yer tutmaktadır (Tekin, 1997: 13). 

      Güneydoğu Anadolu bölgesinde ayrıca Prehistorik döneme ait birçok yerleşim yeri de tespit edilmiştir. Bu döneme ait yerleşim yerleri arasında Diyarbakır çevresinde bulunan Pir Hüseyin, Tilalo, Tavşan tepe, Kefercin, Tel-Hum höyükleri önemli yer tutmaktadır. Ayrıca Tilalo höyüğünde bakır çağından kalma balta ve gürzü gibi buluntulara, Hilâr köyü yakınlarındaki mağaralarda ise Kalkolitik, Bakır veya Tunç çağı yerleşim tabakalarına rastlanmıştır (Cantay, 2004:25; Beysanoğlu, 2003: 49–50). Diyarbakır ili, tarih öncesi döneme ait hareketliliğini yazının bulunmasıyla devam ettirmiştir. Şehrin bulunduğu Dicle boylarına yerleşen ilk kavimler M.Ö. 3500 yılında, Orta Asya’dan gelen Sümer Türklerinin soydaşı savaşçı oymaklar, Subârtulardır.

 

Şehrin adı yazılı kaynaklarda ilk olarak M.Ö 1260 yılında Asur hükümdarı I.Salmanasar tarafından kullanılan Asur hükümdarlık kılıç kabzalarında çivi yazısı şeklinde ‘AMİDÎ’ ismiyle geçmektedir (Kırzıoğlu, 1962: 15; Göyünç, 1994: 464). Ayrıca, Asur hükümdarlarından I.Tiglatpalasar’ın M.Ö.1116 yılındaki fetihleri sonucunda Asur yıllıklarında M.Ö. 800, 762, 725 ve 705 yıllarındaki bölge valileri de, ‘Amidi Valileri’ adı ile anılmıştır.


3200 yıl önceleri Asurluların Amidî ismini kullanmaları, bu ismi şehrin önceki hâkimleri olan Hurri-Mitânni devletlerinden aldıklarını göstermektedir. Orta Asyalılardan kalan bu adın bir yerli ilah-put veya boy-oymakla alakalı olduğu düşünülmektedir. Bu ismin yerli bir ilah-puta ait olduğu Orta Asya masallarında geçen Amida veya Borhan adıyla alakalı olduğu sanılmaktadır. ‘Borhan’ adlı bir tanrı hükümdarın başında bulunduğu Orta Asya’lı Boryât Türkleri içki içerken hükümdarları Borhan’ı anarak kadeh kaldırırlarmış. Borhan’ın anlamı, Türklerin Cemşidi demektir. Amida’da şarap yapılır ve çok fazla tüketilirmiş. Fakat başa geçen hükümdarlardan biri içkiyi yasaklayınca halk şarap yerine siyah üzüm suyunu kaynatarak içmeye başlamış. Bu içkinin adına da Kara-aş denilmiştir. Diyarbakır ‘da günümüzde bile bayramlarda Diyarbakır Ermenileri tarafından karaş adlı içecek yapılmaktadır. Bu efsanede Amidi adıyla ilgili ortaya atılan bir iddiadır (Kırzıoğlu, 1962: 13; Beysanoğlu, 2003: 3–4).

M.S. 305 yılında Arsaklı II. Tiridat döneminde şehirde hristiyanlığın kabulüyle şehrin adı ‘AMİD’ olarak değiştirilmiştir. Süryani eserlerde Amid veya Beşik anlamına gelen ‘O’mid’; bazı eserlerde de ‘Emit’ veya ‘Amide’ şeklinde yazıldığı görülmektedir (Türk Ansiklopedisi, 1966, C.XIII: 378).

 

Diyarbakır, tarihte iki kez Samice konuşan göçebe kavimler tarafından işgal edilmiştir. M.Ö. bir Arab kabilesi olan Aramianlarca ve müslümanlık döneminde de Banu Bakr’lular tarafından işgal edilmiştir. Banu Bakr, şehre bu günkü adını miras olarak bırakmıştır (Akder, 1963: 122).

XVI. yüzyıldan itibaren eserlerde ‘Kara-Amid’ olarak geçen şehrin adı Arap kaynaklarında ‘Amid-i Sevda’ olarak yazılmıştır. Timur’un savaşlarını anlatan zafernamelerde şehrin adı ‘Karaca Kale’ ve ‘Kara Kale’ diye de anılmıştır (Beysanoğlu, 2003:4). Bir başka görüşe göre de; Orta Asya’dan göç edip buralara yerleşen Türkler, madencilikle uğraşmış olduklarından bu bölgeye de bakır ve özellikle maden anlamına gelen ‘Amidağ’ adı verilmiştir. Amidağ adı zaman zaman ‘Amid’, ‘Amat’ ve ‘Kara Hamat’ olarak da kullanılmıştır. Türk göçebelerinin kışlağı konumundaki şehre kışlak merkez anlamına gelen Türkçe ‘Kara-Amid’ veya ‘Kara-Hamid’ adı da verilmiş ve bu ad XVII. yüzyıla kadar kullanılmıştır (Balin, 1970:6). Kara Amid adıyla anılan şehrin daha sonraki ismi ise Müslüman Arapların bölgeyi fethettikten sonra Rebia Araplarının iki büyük kabilesinden biri olan ve Dicle nehri kenarında yaşayan Bekir bin Vaîl kabilesinin Abbasiler döneminde yayıldığı topraklara verilen isme yani ‘Diyar-ı Bekr’ veya ‘Diyar Bekr’ adına dayanır. Bu ismin ne zaman kullanılmaya başlandığı bilinmemektedir ama XVIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tespit edilmiştir (Göyünç, 1994: 464–465; Türk Ansiklopedisi, 1966: 378).


15 Aralık 2024 Pazar

Adem İle Havva-Naci İle Naciye ( Biz Ensest İlişki Çocukları Mıyız? ) 2. Bölüm Sami BİBER

 

Sami BİBER

1979 Yılında Antalya’nın Manavgat ilçesinde öğretmen olarak görev yapıyordum. Oturduğum evin hemen yanında Mehmet abi dediğim çok sevdiğim bir komşum vardı. Mehmet abi çiftçiydi ve hemen benim evin duvarına yapışık olan ahırında bir iki inek ve tosun, boğa filan da beslerdi.




Bir gün baktım Mehmet abi ahırın kapısı önünde ağlıyor. Başladık konuşmaya.

-Hayırdır Mehmet abi niçin ağlıyorsun yahu?
-Hocam var ya ben hayvanın tekiyim. Ben hayvandan da aşağılık bir insanım.
-Estağfirullah Mehmet abi. Olur mu öyle şey. Sen harika bir insansın.
-Yok hoca yok. Ben hayvan bile olamam.
-Ya hayırdır ne oldu? Hele anlat bakalım.
-Hocam, biliyorsun benim bir tosun var. Artık bayağı bayağı boğa oldu. Bir de bu tosunun anası olan ineğim var. Onu da biliyorsun.
-Evet biliyorum. Ne olmuş?
-İşte bu gün ben bu tosunu anasının üstüne çımaya, yani tosunun anasını döllemesini sağlamaya çalıştım. O kadar uğraştım, anasının üzerine çıkmadı. Hayvan hayvanken anasını bildi de ben insanken o tosunun anasının üzerine çıkmayacağını bilemedim.

Bu anıyı şunun için anlattım:

Kendi anası ile cinsel ilişkiye girmek hayvan fıtratına bile ters bir durumken insan olan Hz. Adem’in çocuklarının fıtratına ters olmadığını, onların kendi anne ve babalarından olan kardeşleriyle cinsel ilişkiye girdiklerini söylemek nasıl olur da insan fıtratına ters görülmez ve nasıl olur da ‘’ O zamanın şeriatı öyleydi’’ gibi bir önermeyle açıklanabilir?

O zaman insanın aklına elbette şu soru geliyor:

Yahu arkadaşım. Adem ile Havva ilk insanlarsa, bütün insanlar da ondan doğarak dünyaya geldilerse ve dahi insanların çoğalması cinsel birlemeyle olduysa Adem ile Havva’nın evlatlarının birbirleriyle cinsel ilişkiye girmelerinden başka seçenek var mıydı? 

Eğer Allah ilk insan olarak Adem ile Havva’yı yarattı ama başka bir insan yaratmadı dersek evet başka bir seçenek kalmıyordu ancak ‘’İlk İnsan Adem ile Havvaydı ama…’’ diye başlayıp o ‘’ama’’ nın yanına başka seçenekler de koyarsak ensest bir ilişki yerine daha insan fıtratına uygun söylemler ortaya çıkarabiliriz.

Peki ortaya çıkaracağımız bu söylemler Kur’ana uygun olur mu?

Tabii ki bizim söyleyeceklerimiz de varsayımdan öte gitmez ama her şeye rağmen Kur’ana daha uygun olur. Zira Kur’an bizlere kimlerle evlenip, kimlerle evlenemeyeceğimizi gayet açık bir şekilde söylemiştir. 

Bu durumda konuyla ilgili başka varsayımlara bakalım:

1- Bir televizyon programında ilk insan Hz. Adem konusu ele alınmıştı çok seneler evvel. Katılımcılardan sadece Kezban Hatemi aklımda kaldı maalesef. İşte bu - Branşı din olmasa da- bilim insanı diyordu ki Hz. Ademden önce de insan vardı ancak bu insanlar şuur sahibi değildiler. Yani düşünemeyen, konuşamayan, hayvanlardan aşağı yukarı hiç bir farkı olmayan yaratıklardı. Adem Peygamber ise şuur sahibi olarak yaratılmış ilk insandı. Adem peygamberin evlatları bu şuur sahibi olmayan insanlar ile cinsel ilişkiye girdiler ve nesil böylece çoğaldı. 

Bu iddia tabii ki hiç kabul görmedi. Daha sonra da üzerinde durulmadı ve unutuldu gitti. 

2- Bir diğer iddia ise yazımızın başlığı olan Naci ve Naciye meselesi.

Aleviler olaya daha değişik bakıyor ve inanıyorlar. ( İşin doğrusu her Alevi böyle mi bakıyor onu da bilemiyorum ama aşağıda yazdığım şekliyle bakanların var olduğu bir gerçek.) 

Alevilere göre de Havva anamız hep biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğum yapmıştır. Ama yaptığı doğum sayısı 120 değil 37 dir. Bu otuz yedi doğumdan 36 sında ikiz, birinde tek bir çocuk dünyaya getirmiştir. Yani yetmiş iki+buçuk evlat sahibi olmuştur ( yetmiş iki buçuk millet ) Ancak bu çocuklar asla birbirleriyle cinsel ilişkiye girmemişlerdir. Çünkü Allah , cennetten Naci( temiz erkek) ve Naciye ( Temiz kadın ) adlı bir erkek ve bir kadın göndermiştir ve Naci ile Naciye Adem Peygamberin kız ve erkek çocuklarıyla evlenmişlerdir. Böylece herhangi bir ensest ilişki olmadan insan nesli çoğalmıştır. Bu nesle de ‘’Guruh-u Naci’’ Yani ‘’Temiz nesil’’ denir. 

Şimdi peşin peşin bir şey söyleyeyim : Ben bir Sünniyim.

Bunu dedikten sonra ilginç bulduğum bir konuyu burada yazmadan geçemeyeceğim.

‘’Ana bacı tanımazlar, mum söndü yaparlar’’ Diye yüzyıllardır haklarında iftira atılmış olan ve atılmaya devam eden Alevilerin ‘’ Biz ensesti kabul etmiyoruz. Hz. Adem’in çocukları ensest ilişki yaşamadılar. Onlar için Allah, cennetten Naci ve Naciye adında temiz bir erkek ve temiz bir kadın gönderdi ve insanlık nesli böylece çoğaldı ‘’ demelerine karşılık onları ensest ilişkiyle suçlayan biz Sünnilerin ‘’Adem peygamberin evlatları birbirleriyle evlendiler, çünkü o zamanın şeriatı öyleydi’’ demeleri, 1600 lü, 1700 lü yıllarda yaptıkları minyatür resimlerinde bile bu kardeşler arası cinsel ilişkiyi resmetmelerine ne demeli? (Yukarıda soldaki resmin sol alt köşesine bakınız. Adem ve Havva’nın evlatları anne ve babalarının gözü önünde ne yapıyorlar(!) görüyorsunuz. )

Peki şimdi şu ayete bakalım ve konuya devam edelim:

3. Görüş: 

Bakara suresi 30. Ayette diyor ki: Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.

Bu ayette Allah yeryüzünde bir halife yaratacağım derken kast ettiği şey elbette ki insandır( Bütün müfessirler yani Kur’an tefsircileri bu halifeden kastın İnsan olduğunda hemfikirdirler ) ve ayete çok dikkat edersek ‘’yaratacağım’’ dediğine göre henüz daha yaratılmamıştır.( Yani meleklerle bu konuşmayı yaptığında Adem Peygamberi henüz yaratmamıştır.) 

Henüz insan yaratılmadı ise meleklerin ‘’ Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?’’ Diye sormaları bir tezat değil midir? Melekler nereden biliyorlar yaratılacak olan bu varlığın bozgunculuk yapacak, kan dökecek biri olduğunu/ olacağını? Öyle ya melekler ancak ve ancak kendilerine öğretileni bilirler. Gelecekte ne olacağını bilemezler. Ama ayet meleklerin, insanın bozgunculuk yaptığını, kan döktüğünü bildiğini söylüyor. 

Kafalar iyice karıştı sanırım

İşte bu noktada akla gelen şudur ya da şu olmalıdır: Evet, Hz. Adem ilk insandı ama düşünebilen, konuşabilen, aklı ve izanı olan, şuurlu ilk insandı. Sorumlulukları olan ilk insandı. Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadesiyle ‘’ Bizim kulvarımızda olan’’ ilk insandı. Ama Allah ondan öce de insanlar yaratmıştı. Öyle olmasa melekler nereden bileceklerdi insanın bozgunculuk yapan, kan döken bir varlık olduğunu? 

Yani kısaca Adem her şeyiyle tam donanımlı olarak yaratılmış ilk insandı.

Olaya bu noktadan bakarsak Kur’anla çelişir miyiz? Bence hayır. Çünkü gerçek manada ilk insanın Hz. Adem olmadığını söylemiyoruz. 

Şöyle düşünelim: Beş yaşında bir erkek çocuğumuz ve onun dört yaşında bir kız kardeşi olsun. Bir gün bakıyoruz ki erkek çocuğumuz kız çocuğumuza pipisini gösteriyor. Hatta daha da ileri giderek bizim yatakta eşimizle yaptığımız şeyi kız kardeşine yapmaya çalışıyor. ‘’Vay seni sapık köpek vay’’ diye ikisini de zina etmiş kabul edip çok ağır bir şekilde cezalandırır mıyız? Mesela idam eder miyiz? Hayır. Çünkü onlar evet insandır ama henüz olgunlaşmamışlar ve henüz bizim kulvarımızdaki insan durumunda değildirdirler. İşte Meleklerin ‘’ yer yüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek ‘’ dedikleri de böyledir. Onlar şeklen insandırlar ama ruhen insan değildirler. Adem Peygamber ise hem şeklen hem de ruhen tam bir insandır.

Yani 1. Varsayım olarak belirttiğim konu hiç de mantık dışı olmadığı gibi hiç de Kur’ana aykırı bir görüş değildir. ( Bana göre tabii ki ) 

Gelelim şimdi de dördüncü bir görüşe: 

4. Görüş:

Zümer Suresi 6. Ayet:

Bu ayetin Diyanet tarafından yapılan meali şu şekildedir :

O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan eşini var etti. Sizin için hayvanlardan (erkek ve dişi olarak) sekiz eş yarattı….( Ayet devam ediyor ama konumuzla ilgili kısım bu ) 

Bir ilahiyatçı olan Abdullah Parlayan ise işin içine - ayette asla adları zikredilmese de - koyun, keçi, sığır, deve gibi hayvanları da katarak şöyle bir meal yapmıştır: 

O sizin hepinizi, bir tek candan yaratmıştır ve ondan da eşini var etmiştir ve sizin için hayvanlardan dört türden koyun, keçi, sığır, deve sekiz çift ikram ve ihsan etmiştir…..

Diğer tüm mealler aşağı yukarı diyanetin mealine uygundur. 

Buna karşılık bir başka ilahiyatçı olan Mehmet Okuyan’ın meali ise şöyledir: 

‘’ Allah sizi bir candan ( bir cevherden ) yarattı. O kaynaktan eşini de yarattı. O arada sizin için sekiz çift canlı varlık indirdi.

Yani Mehmet Okuyan’ın mealinde sekiz çift davar değil sekiz çift canlıdan bahsediliyor ve bu sekiz çift canlının da Adem dışındaki diğer insanlar olduklarını söylüyor. ( Davar tabiri Yaşar Nuri Öztürk mealinde de vardır ) 

Peki yaklaşık kırk ilahiyatçı ‘’o sekiz çift canlıdan sekiz çift hayvan, hatta bazıları koyun,keçi, sığır, deve, bazıları davar diye bahsederken ‘’sekiz çift insan’’ diyen Mehmet Okuyan ve bir iki ilahiyatçıya mı inanalım? ( Mesela Caner Taslaman) Yani Allah önce Adem İle Havva’yı yarattı, hemen peşinden de sekiz çift insan daha yarattı ve insan nesli toplamda bu dokuz çift insandan türedi’’ mi diyelim? 

Evet…Önümüzde bir kaç seçenek var ki tekrar ediyorum, -bir arkadaşımın da yorumunda belirttiği gibi- bunların hepsi varsayımdır:

1- Yaşar Nuri Öztürk’ün görüşü: Adem ilk insandı ama bizim kulvarımızdaki ilk insandı. Yani Ademden önce de bedenen insan ama ruhen insan olmayan canlılar vardı. Dolayısıyla Adem peygamberin evlatları ensest ilişki ile çoğalmadılar

2- Alevilerin görüşü: Allah, Adem ile Havva’yı yarattı. Onların kız ve erkek çocukları dünyaya geldikten sonra cennetten Naci ve Naciye adında iki temiz insan daha gönderdi ve insan nesli bir ensest ilişki yaşamadan çoğaldı.

3- Mehmet Okuyan ve Caner Taslaman’ın görüşü: Allah Adem ve Havva ile birlikte sekiz çift insan daha yarattı böylece bir ensest ilişki olmadı Adem’in çocukları arasında.

4- Abdülaziz Bayındır’ın görüşü: Nuh Peygambere kadar insanlar ensest ilişkiyle çoğaldı, Nuh’tan sonra Allah bu ilişkiyi yasakladı.( Sünni İslam dünyasındaki en yaygın görüş bu maalesef.) 

5- Ali Rıza Demircan’ın görüşü: Adem Peygamber ‘in evlatları ensest ilişki ile çoğaldılar ama yine Adem peygamber zamanında nesil iyice çoğaldığında Allah bu ilişkiyi yasakladı ?????? ( Nasıl ben de anlamadım doğrusu ) 

6- Cübbeli Ahmet Hocanın Görüşü: 

Cübbeli Ahmet Hocanın bu konudaki görüşünü aslında tam olarak bilmiyorum ama onun Hz Adem ile Hz. Havva’nın çıplak resimlerinin yapılmasına verdiği tepki ile ilgili bir videosunda şöyle bir ifade vardır: 

‘’Havva anamız bütün peygamberlerin anasıdır. Dolayısıyla onu iffetsiz bir kadın gibi resmetmek son derece yanlıştır. Böyle bir şey olamaz’’ Ve devam ediyor Peygamberimizden bir hadisle: Peygamberimiz demiştir ki ‘’Adem Peygamberden babam Abdullah’a kadar peygamber soyunda bir tek zina olmamıştır’’

Bu hadisi biraz araştırdığımızda şöyle bir şeye rastlıyoruz:

Hz Ali Tevbe suresi 128. Ayetinde geçen ‘’ Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz’’ (Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi.) ifadesi ile ne anlatılmak istendiğini soruyor peygamberimize. Peygamberimiz de ‘’ Soy bakımından, akrabalık bakımından, şeref ve itibar bakımından sizin en değerliniz benim. Adem Aleyhisselamdan babama, anama kadar, benim soyumda bir tane gayrimeşru ilişki, zina yoktur.’’diye cevap veriyor.

Yani Cübbeli Ahmet Hoca’ın görüşü olarak ‘’Adem Peygamberden Hz. Muhammed’e kadar peygamber soyunda zina olmamışsa Hz. Adem evlatları arasında da zinanın en kötüsü olan ensest ilişki olmamıştır’’ diyebiliriz.

7. Bayraktar Bayraklı’nın görüşü: İlk insanın Adem ve Havva olduğu bize Kur’anda açıkça bildirilmiştir. Bunun dışında onlardan önce başka insanın/insanların yaratıldığını söylemek mümkün değildir. Ensest konusuna gelince: Bize Kur’anda bildirilmemiş bir konudur. Kur’anda bildirilmemiş bir konu üzerinde şöyle olmuştur, böyle olmuştur diye hüküm vermek ve yorumda bulunmak son derece yanlış olur.

Velhasılı kelam: Madem ki Peygamberimiz bir hadisinde “Bir müçtehit( Dini açıdan yorum yapmaya salahiyetli kişi) içtihat eder ve içtihadında isabet ederse iki sevap; hata ederse bir sevap vardır’’ demiş o halde her biri müçtehit olan bu insanların içtihatlarından ( yorumlarından ) hangisini kabul edersek edelim hata etmiş olmayız. Dolayısıyla kesin gerçeği asla ve asla bulmamızın mümkün olmadığı bu konuda yukarıdaki altı görüşün hangisini kabul edersek edelim hata etmiş, günah işlemiz olmayız kanaatindeyim. Ama? 

Ama hâla Hz. Havva’yı ve Hz. Ademi önlerinde sadece bir incir yaprağı ile resmetmek, ya da yukarıda sağdaki gibi minyatürlerini yapanlara ‘’Havva anamız iffetli bir kadındı. O böyle giyinmezdi’’ diye en sert tepkiyi vermek ama çok daha iffetsiz bir eylem olan evlatları arasındaki cinsel ilişkiye izin verdiğini kabul etmek nasıl bir mantıktır onu da anlayamıyorum. 

Madem ki konuyla ilgili çok daha insan fıtratına uygun yorumlar var o halde niçin bu yorumlara daha az rağbet ediliyor onu da anlayabilmiş değilim.

Kısaca: Ben tüm bu içtihatlar ( yorumlar ) çerçevesinde ‘’Adem Peygamber ve Havva anamızın evlatları arasında bir ensest ilişki yaşandığına inanmıyorum. Hz. Havva’nın, Hz Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığına da inanmıyorum.’’ Diyor, noktalıyor ve tüm okuyan, yorum yazan arkadaşlarıma en kalbi selam ve şükranlarımı sunuyorum. 

ADEM İLE HAVVA / NACİ İLE NACİYE ( BİZ ENSEST İLİŞKİ ÇOCUKLARI MIYIZ? ( 1. BÖLÜM ) Sami BİBER

 ADEM İLE  HAVVA / NACİ İLE  NACİYE ( BİZ  ENSEST  İLİŞKİ  ÇOCUKLARI  MIYIZ?  ( 1. BÖLÜM ) Sami BİBER




Bu  yazı  sebebiyle  bazı  arkadaşlar  tarafından  topa  tutulabilirim.  Ancak  yine  de  adım  gibi  eminim  ki  şu  yazacaklarım  neredeyse  herkes  tarafından  sessiz  olarak  düşünülür  ama  sesli olarak  dile  getirilmez. Çünkü  maalesef  bizlere  din  diye  öğretilmiş  olanları  hep  hap  gibi  yutmak  ama  ne  olduğunu-  niçin  yuttuğumuzu  sormamamız  öğretilmiştir.  Ya  da ''  Yahu  yüzlerce  senedir  böyle  biliyorduk.  Sen  herkesten  daha  mı  iyi  biliyorsun?  Atalarımız  dedelerimiz  böyle  kabul  etmişler  biz  dahi  böyle  kabul  ettik''  der  noktayı  koyarız.

Noktayı  koymasına  koyarız  ama  o  nokta  maalesef  bir  soru işaretine  ya  da  ünlem  işaretine  dönüşür ve içimize  taş  gibi  oturur.

Evet... Konu  oldukça  çetrefilli  bir  konu. Adeta  Anayasamızdaki  değiştirilemez- değiştirilmesi  teklif  dahi  edilemez  maddeler  gibi  bir  şey.  Yani  tartışmaya  açılması  bile maazallah  ebediyen  cehennemde  yanmamıza  sebep  olabilir(!)  O  sebeple  çeneyi  kapatmak  lazım.

İyi  de  vatandaş  soruyor:

Ne  mi  soruyor? Hemen  açıklayayım.

Bir  kaç  yıl  önce  bir  vatandaş  Necmettin  Nursaçan  adlı  ilahiyatçı  hocanın  çeşitli  konularda  fetva verdiği  bir  programa  bağlandı  ve  aynen  şunu  sordu:

''  Hocam !  Ben  evli  ve  iki  çocuk  sahibi  bir  insanım. Karımı  da çok  seviyorum. Ama  daha  yeni  öğrendim  ki  karım  meğer  benim  süt  kardeşimmiş.  Şimdi  ben  ne  yapmalıyım?''

Hoca '' Karını  derhal  boşaman  gerekir.  Bir Müslüman  süt  kardeşiyle  evli  olamaz''  Diye  cevap  verdi. 

Peki  bir  Müslüman  kendisini  emzirmiş  bir  bir  kadının  oğluyla  veya  kızıyla  evlilik  yapamadığına  göre  bir  peygamberin  evlatları  nasıl  olur  da  birbirleriyle  evlenir? 

Düşünün  ki  bir  tarafta  sizinle  hiç  bir  kan  bağı  olmayan  bir  insan  var.  O  insan  sizi  doğuran  anne  değil.  O  kadının  kocası  sizin  babanız  değil.  Kadın  tüm  ömrü  hayatı  boyunca  bir  kereye  mahsus  siz  bebekken  memesini  ağzınıza  dayamış  siz de  onun  sütünü  emmişsiniz.  Hepsi  bu.  Ama  o  kadının  kızıyla(  ya  da  oğluyla ) evlenmeniz en  büyük  günahlardan  biri  ama  Adem  koskoca  bir  peygamber  hem  de  kendisine  10  sayfa  gönderilmiş  olan  bir  peygamber  olduğu  halde  onun  aynı  anneden (  Havva ) ve  aynı  babadan (  Adem'in  kendisi ) doğmuş  çocuklarının  birbiriyle  evlenmiş  olmaları  yasak  değil?  Böyle  bir  şeyi  benim  mantığım kabul  etmiyor. 

''Eeee  ne  yapalım  senin  mantığın  kabul etmiyorsa?  Senin  mantığın  kabul  etmiyor  diye  İslami  bir  gerçeği  red  ve  inkar  mı  edelim  yani?'' Diyenler  olacaktır  mutlaka.

Peki  '' İslami  gerçekler '' dediğiniz  şeyin  İslamla  uzak yakın  bir  ilişkisi  yoksa? 

Şu  İslami gerçekler  diye  önümüze konan  ve  hatta  maalesef  1600lü  1700lü Yüzyıl  Osmanlı  Minyatürlerinde  bile  resmedilen  o  iğrenç  iş ( Resme  dikkatlice  bakın )  yani Adem  peygamberin  evlatlarının  birbirleriyle  ensest ilişkiye  girmeleri  ve  insan  neslinin böyle  bir  ensest  ilişkiyle  çoğalmış  olması  İslam'ın  değil  de  tamamen  tahrif  edilmiş  Tevrat'ın  daha doğrusu Tevrat'ın  Aramice  çevirisinin marifetiyse?

Dahasını  söyleyeyim: Tahrif  edilmiş Tevrat da bu  sapık  ilişki durumunu Sümerlerin  mitolojik  hikayelerinden  biri  olan Lahar- Anşan  hikayesinden  almışsa... ( Lahar  ve  Anşan  Sümerlerin  baş tanrısı  Enlil'in  çocuklarıdır. Biri  kız( Anşan )   biri  erkek( Lahar)  olan  bu  tanrı  ve tanrıçanın  görevi  tanrılara  gıda  sağlamaktır. Lahar  ve  Anşan birbirleriye  ensest  ilişki  yaşamaktadırlar. )

Şimdi  bakın  nereye  geliyoruz?

Eski Ahit'in Aramice  çevirilerine göre Habil ve Kabil'in birer ikiz kız kardeşi vardı ve birbirlerinin kardeşiyle evlenmeleri istenmişti. Kabil'in ikizi, Habil'inkinden daha güzel olduğu için Kabil bu değiştirmeyi kabul etmedi.

Evet..  Hz.  Adem'in  çocukları  arasında  bir  ensest  ilişki  olduğu  ilk  olarak  nerede  dile  getiriliyor?  Eski  Ahit'in  Aramice  çevirilerinde.  

Dahası  Kabil'in  Habil'i  öldürmesinin  asıl  sebebinin  Tanrıya  sunulan  kurbanlardan yüce  Tanrının  Habil'in  kurbanını  kabul  edip  Kabil'in  kurbanını  kabul  etmemesinden  çok  bu  kız  kardeş  meselesi  olduğu  dile  getiriliyor.

Peki  Kur'an  ne  diyor?

Kur'anın  ne  dediğini geçmeden  Peygamberimize  Kur'an  ayetleri  inmeden  önce  Arabistan'da  mevcut  olan  bir  sapıklıktan bahsedelim:

Hz. Muhammed döneminde henüz konu  ile ilgili herhangi bir ayet nazil olmadan önce Araplarda bir adet vardı: Bir erkek babasının ölümü halinde üvey annesinin üzerine bir elbise atarak ‘’ Babamın malına varis olduğum gibi karısına da varis oldum’’der, üvey annesi ile evlenebilirdi.

Bu durum ile ilgili bir konu peygamberimize iletilince Nisa Suresinin 23. Ayeti nazil oldu.

O ayette mealen: Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı. Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşin kızları, kız kardeş kızları, sizi emzirmiş olan (süt) anneleriniz, süt anneden kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, kendileriyle birleştiğiniz kadınlarınızdan olup, evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Fakat eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, o taktirde (onlarla evlenmenizde) sizin üzerinize bir günah yoktur. Ve sizin sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri (kadınları) ve iki kız kardeşi bir arada (nikâh altında) toplamanız. Geçmişte olanlar hariç. Muhakkak ki, Allah Gafur’dur, Rahîm’dir.

Diyordu.

Biz konumuz ile ilgili kısma bakacak olursak bir erkek annesiyle, kız kardeşi ile, halasıyla, teyzesi ile, anneanne ve babaannesiyle, üvey annesi ile ve süt kardeşi ile evlenemiyor, onunla bir cinsel ilişkiye giremiyordu. Allah yasaklamıştı bu tür evliliği ve cinsel birleşmeyi.

Peki o zaman insanlar Adem ile Havva’dan doğarak dünyaya geldi iseler. Yani Hz. Adem ile Havva yaratılan ilk insanlar ise onlardan doğan çocuklar birbirleriyle mi evlendi? Aralarında bir nikah akdi olduğu da şüpheli. Daha doğrusu bilmiyoruz. Eğer oldu ise Adem Peygamber kendi çocuklarının birbirleriyle evlenmesinin nikahını da mı kıydı?

Ve en önemli soru: Tüm bu işler bir Peygamber olan Adem döneminde böyle yürürken yine bir peygamber olan Hz.Muhammed( S.A.S) döneminde niçin ayet ile kesin olarak yasaklandı?

Ayrıca   mesela  Roma  en  sapık  dönemlerinden  birini  Caligula  zamanında  yaşamıştır  ki  Caligula  kız kardeşi  Drusila  ile  ensest  ilişki yaşıyordu  ve  ona  '' Gel  evlenelim''  Dediğinde  Drusila  ''  Roma'da  kardeş  kardeşle  evlenemez.  Kral  olsan  da  bu  yasaktır.  Halk  tepki  gösterir.''  Diye  uyarmıştı Caligula'yı.

Yani  Roma'da  bile  üstelik  en  sapık  dönemlerinde  bile  bir  insanın  kız  kardeşiyle  evlenmesi  yasaklanmışken  ''Adem  Peygamberin  evlatları  birbirleriyle  cinsel  ilişkide  bulundu'' demek  insanı  ''Eşref-i  mahlukat''  olarak  yaratmış  olan  Allah'a  iftira  etmek  anlamına  gelmez  mi?  Eşref-i  Mahlukat  olan  insanın  fıtratına  uygun  mudur  kız  kardeşi  ile  cinsel  ilişki?  

Hâşâ  sümme hâşâ  Caligula'nın  kızkardeşi  Drusila'da  bile    zerre  kadar  da  olsa  ahlaki  bir  değer  var  ama tüm  noksan  sıfatlardan  münezzeh  olan  Allah  böyle  bir  ahlaksızlığa  Hz.  Adem  dönemi  için  dahi  olsa  ''  Benim  şu  anki  şeriatım  budur''  Diyerek izin  veriyor (!)  Bunu  akıl  ve  mantığın  kabul  etmesi  mümkün müdür?

Akıl ve mantık  kabul  etmediği  için  bir  vatandaş  İslami  bir  siteye  sormuş.  Aynen  şöyle:

SORU: Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları neden evlenmiş, yani kardeş kardeşe nasıl nikah kıyılmış? Bu mümkün müdür, böyle bir şey var mıdır? Bundan kardeşlere nikâh düşer, bunu mu çıkartmalıyız?.. Dinimizde böyle bir şey var mıdır?


O İslami  site  aslında  hepimizin  çok  duyduğu  hikayeyi  anlatmış.  


CEVAP: Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu. Habil’le beraber doğan kız çirkin, Kabil’le birlikte doğan kız ise güzeldi. Bu durumda Hz. Âdem, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istedi. Fakat Kabil buna razı olmadı, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istedi. [ RESMEN  ESKİ  AHİT'İN  ARAMİCE  ÇEVİRİSİNDEKİ  YORUMUN  ANLATILDIĞININ  FARKINDASINIZDIR  MUTLAKA ]

Hz. Âdem buna müsaade etmedi ve meseleyi Allah’a havale etti. Cenab-ı Hakk’tan gelen emir üzerine her ikisinin de Allah’a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse Kabil’in bacısının ona ait olacağını söyledi. Bunun üzerine Kabil bir demet buğday, Habil de bir koyunu kurban olarak takdim etti.

Gökten inen bir ateş Habil’in kurbanını aldı, Kabil’inki olduğu yerde kaldı. Bu durumda Habil haklı çıkmış ve kızı almaya hak kazanmıştı. Fakat Kabil iyice çileden çıkmıştı. Bu hâdise Kur’ân’da şöyle anlatılır: [ LÜTFEN  ÇOK  DİKKAT  ALLAH  AŞKINA... İSLAMİ  SİTE(!) BİZE  RESMEN TAHRİF  EDİLMİŞ  TEVRAT'I KUR'AN  DİYE  SOKUŞTURUYOR  AMA  NE  YAZIK  Kİ  BİZDE  PEK  ÇOK  HOCAMIZ  DA  OLAYI  BÖYLE  ANLATIYOR ] 

DEVAM  EDİYOR  İSLAMİ ( ! ) SİTE: 

“Onlara Âdem’in iki oğluna dair haberi hak ile oku. Onlar birer kurban takdim ettiklerinde, birisinin kurbanı kabul olunmuş, diğeri kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan diğerine ,‘Ben seni öldüreceğim.’ dedi. O da, ‘Allah ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder.’ diye cevap verdi."

“Habil şöyle devam etti: ‘Eğer sen öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Dilerim ki, sen benim günahımı yüklenesin de, cehennem ateşinin ehlinden olasın. Bu da zalimlerin cezasıdır.’ "

“Sonra nefsi, kardeşini öldürmeyi ona kolay ve hoş gösterdi; o da kardeşini öldürüp hüsrana uğrayanlardan oldu. Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için, ona, yeri eşeleyen bir kargayı gönderdi. Kabil, ‘Yazıklar olsun bana!’dedi. ‘Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim!’Artık o yaptığına pişmanlık duyanlardan olmuştu.” (Mâide, 5/27-31)


Şimdi… Allah rızası için elinizi vicdanınıza koyun. Bizzat bahsettiğim o İslami Site kendisi bize Maide Suresinin 27 ile 31. Ayetleri arasındaki ayetlerin mealini veriyor.

Bu mealde siz Havva anamızın hep ikiz doğum yaptığını, bunlardan birisi erkek, diğeri de kız olduğunu, Hz. Âdem’in, aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendirdiğini, Habil’le beraber doğan kızın çirkin olduğunu, Kabil’le birlikte doğan kızın ise güzel olduğunu, bu durumda Hz. Âdem’in, Habil’in, Kabil’le beraber doğan kızla, Kabil’in de Habil’le beraber doğan kızla evlenmesini istediğini, fakat Kabil’in buna razı olmadığını, kendisiyle doğan güzel kızı Habil’e vermek istemeyerek kendisi almak istediğini. Hz. Âdem buna müsaade etmeyerek ve meseleyi Allah’a havale ettiğini, Cenab-ı Hakk’tan gelen emir üzerine her ikisinin de Allah’a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse Kabil’in bacısının ona ait olacağını söylediğini, Bunun üzerine Kabil’in bir demet buğday, Habil’in de bir koyunu kurban olarak takdim ettiğini. Gökten inen bir ateşin Habil’in kurbanını aldığını, Kabil’inkinin olduğu yerde kaldığını. Bu durumda Habil haklı çıktığı ve kızı almaya hak kazandığını. fakat Kabil’in iyice çileden çıktığını görebiliyor musunuz?

Hepsinden  geçtim.  Maide  Suresinin  27-31. Ayetlerinde  ''  Habil   ve  Kabil  adlarını  gösterin bakalım.  ''  


DURUN  MAİDE  SURESİNİN  27- 31.  AYETLERİNİN  MEALİNİ  DE  YAZAYIM  HEP  BİRLİKTE BİR  DAHA  BAKALIM VAR  MI  ADEM  PEYGAMBERİN  OĞULLARINA  '' SEN  ŞU  KIZ  KARDEŞİNLE  EVLENECEKSİN  SEN  DE  ŞUNUNLA  EVLENECEKSİN  ''  DEDİĞİNE  DAİR  BİR  İFADE?

MAİDE  SURESİ 27. AYET:  Onlara, Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti.

MAİDE SURESİ 28. AYET. "Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."

MAİDE SURESİ 29. AYET. "Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır."

MAİDE  SURESİ 30. AYET. Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.

MAİDE  SURESİ 31. AYET. Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz miyim ben?" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.

Hani  Habil  hani  Kabil?  Kız  kardeşle  evlenme  bu  beş  ayetin  neresinde? Adem  Peygamberin  çocuklarının  çaprazlama  olarak  birbirleriyle  evlendikleri  bu  beş  ayetin  neresinde? 

********

Aslında  konuya  direkt  daldık  çok  önemli  bir  soruyu  unuttuk:  Hz.  Adem  yaratılan  ilk  insan mıydı  yoksa  sorumluluk  sahibi  ilk  insan  mıydı?  

Peki  Naci  ve Naciye  kim?

Hepsinin  cevabı  inşallah  gelecek  bölümde. 


RESİM : 

Nakkaş Osman'ın  minyatüründe Adem İle Havva ve ikiz(!) çocukları... Sol alt  köşedeki ikiliye  dikkatinizi  çekerim. [ Nakkaş Osman 16. Yüzyıl sanatçılarından olup II. Selim ve III. Murat dönemlerinde yaşamıştır.]

6 Aralık 2024 Cuma

Atatürk ve Bilim, Eğitim Dili Türkçe Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

 

Atatürk ve Bilim, Eğitim Dili Türkçe

                                                                                                  Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

 

Atatürk "Türk"ü Türkçe ile tanımlamıştır. Onun için de Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki temel davası Türkçeyi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan korumak, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille, (yani yabancı misyoner türü) eğitime özenmesini önleyecek tedbirler almak olmuştur. Bakınız Atatürk bu konularda neler diyor:

"Türk demek Türkçe demektir, ne mutlu Türküm diyene" (meğer meşhur sözün birinci kısmı da varmış!).

"Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. ...Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır" (ve tabiî korumalı).

"Kat'î olarak bilinmelidir ki Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas olacaktır." [Elbette "bütün hayat"tan kasıt siyaset, hukuk, teknik, bilim, eğitim, sanat, tıp, kültür ve edebiyattır; hayatın her yüzü],

"Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tesbit edilecektir." (Atatürk bizzat kendisi bu dava uğruna çalıştı. Bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız birçok terimleri Türkçenin derinliklerinden çıkarıp bize armağan etmiştir. Altmış beş yıldır bu konuda çok ilerleme kaydedilmiş, her yeni bilimsel kavram tam Türkçesiyle ifâde edilebilir konuma gelinmişken ne hikmetse şimdi bazı odaklar bu gelişmeyi ve Türkçeyi hızla yok etmekle uğraşıyor).

Daha 1924'te: "Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez."

1938'de, vefatından az önce: "Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim."

Ve nihayet Türk bilimci ve eğitimcisine şu vasiyeti: "Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçenin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir." (Atatürk'ün sözlerinin kaynağı ve ilâve bilgiler için: Bkz. O. Sinanoğlu, "Atatürk ve Türk Bilim Dili", Bilim ve Teknik, sayı 59, s. 8-11, Ekim 1972).

Görülüyor ki, Atatürkçülükle, yabancı dilden eğitim, Hristiyan misyoner okulu modeli demek olan "kolej" (veya benzeri "Anadolu lisesi") yanlısı olmak kesinlikle bağdaşmaz. O halde Atatürkçülere bugün, her zamankinden çok, büyük bir görev düşüyor: Türkçe bir iki nesil sonra yok olmadan yabancı dille eğitime son verilmeli, onun yerini yabancı dil takviyeli Türkçe fen liseleri veya ülken ("süper") liseler düzeni almalı. Türkçe bilim ve teknik yayınları (telif ve tercüme, dergi ve kitaplar) Devlet ve çeşitli kuruluşlarca teşvik edilmeli.

Unutulmamalı ki, Türk devletinin birinci görevi Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçenin ilelebet yaşamasını sağlamaktır.