18 Kasım 2017 Cumartesi

İşgal Günlerinde Mustafa Sabri, Damat Ferit, Nemrut Mustafa, İskilipli Atıf, Dürrizade Abdullah, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Teali İslam Cemiyeti Sinan SEYDİOĞULLARI


       

          Ermenilerin zorunlu göçünde görevini kötüye kullanarak, ölümlere neden olduğu iddiasıyla görevden alınan, ancak Konya'da yapılan yargılamasında aklanan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, Damat Ferit Hükümeti tarafından gözaltına alınıp, yeniden yargılanmak üzere 30 Ocak 1919'da İstanbul'a getirildi. Nemrut lakaplı Kürt Mustafa Paşa başkanlığında, İstanbul Harp Divanı'nda yapılan yargılama sonunda idama mahkum edildi ve Şeyhülislam Mustafa Sabri'den alınan fetva ile 10 Nisan 1919 günü Beyazıt Meydanı'nda asıldı. Son sözleri şöyleydi: "Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Yabancı devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok. Üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…" Vasiyetinde ise şunlar yazılıydı: "... Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk milleti sonsuza kadar yaşayacaktır." Erzincanlı Hafız Abdullah Avni de aynı gerekçeyle idam edildi. Mehmet Kemal Bey TBMM tarafından 14 Ekim 1922 tarihinde Milli Şehit ilan edildi.


          15 Şubat 1919'da Abdülfettah, Geyveli İbrahim Hakkı ve İskilipli Mehmet Atıf ile Ermenekli Mustafa Safvet tarafından kurulan Cemiyeti Müderrisin'in yönetim kurulu Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf ve Ermenekli Mustafa Safvet'ten oluşuyor, üyeleri arasında Sait Nursi ve Seydişehirli Hasan Fehmi de bulunuyordu. Cemiyet, 26 Eylül 1919'da İkdam Gazetesi'nde şöyle bir bildiri yayınladı:
          "Anadolu'nun muhterem ve masum ahalisi! Teali İslam Cemiyeti'nin (Cemiyeti Müderrisin'in) iş bu beyannamesini nazarı dikkat ve ehemmiyetle okuyunuz! Ey Anadolu'nun masum ve mazlum ahalisi!
          Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle, çubuğunuzla uğraşıp, vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir süreden beri size ne oldu? Niçin öyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz? Hakkınız var. Çünkü kiminiz yerinizden yurdunuzdan, mal ve mülkünüzden, kiminiz çoluğunuzdan çocuğunuzdan oldunuz. Vaktiyle gürül gürül tüten ocaklarınız şimdi söndü ve her akşam tarladan gelirken keyifli keyifli türkü söyleyen babalarınız ve yavrularınız şimdi öldü. Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor musunuz; şüphesiz ki bazılarınız bilir fakat içinizde bilmeyenler de bulunur. Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve kutsal vatanımızın bir vakitten beri başına gelen belaların ve salgın hastalıktan beter olan afetlerin nedenini size biraz anlatalım: On iki sene önce İttihat ve Terakki adıyla memleketimizde bir sapıklık çıktı. Selanik dönmeleriyle aslı nesli, mezhep ve meşrebi belirsiz çeşitli türedilerden meydana gelmiş olan bu cemiyet; zorbacı yönetimi kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında kadrimiz, itibarımız yükselecek diye bizi aldattılar. O zamanki padişahımız Sultan Hamit'i de aldattılar. Padişah ile millet baba evlat gibi birbirine ısınacak, yakacak dediler. Arası çok geçmedi, ilk önce padişahı aldattıkları meydana çıktı. Bir Otuzbir Mart aldatmasıyla Sultan Hamit'i haksız yere tahtından indirdiler ve sarayını Bulgar eşkıyasıyla birlikte yağma ettiler. Hatta bu eşkıya ile beraber haremi hümayuna kadar girerek oradaki saygıdeğer iffetli kadınların üstünü başını aradılar, ziynetlerini soydular. Otuz bu kadar sene halifelik makamnda ve saltanatta bulunmuş bir şanlı padişahın kendine ve ailesine karşı reva gördükleri o hakaret, bu denilenin nasıl cibilliyetsiz ve hayasız bir eşkıya çetesi olduklarını göstermişti; padişaha yaptıkları davranıştan milletin başına neler getireceklerini anlamak güç bir şey değildi. Fakat biz o zaman anlayamadık, Cenabı Hak basiretimizi bağlamıştı. Yine Otuzbir Mart hadisesini bahane ederek Selanik'ten İstanbul'a gelen düzme Hareket Ordusu yani ittihat çetesi payitahttaki asker neferlerini, zavallı vatan kuzularını din hadimleri olan dini bilim öğrencisini, din bilginini sokak ortalarında süngülemişler ve birçok mazlumu darağacına asmışlar ve Fatih Camisi şerifine kurşun yağdırmışlardır. O vakalardan da bu heriflerin maksat ve mahiyetlerini anlamak lazım gelirdi. Fakat yine anlayamadık. O günden sonra bu eşkıya Devleti Osmaniye'nin idaresini ellerine aldılar. Ellerine geçirdikleri devlet ve Osmanlı saltanatının sınırı Bağdat, Basra, Hicaz, Şam, Halep, Diyarbakır, Musul, Yemen, Erzurum, İzmir, Bosna, Arnavutluk, Edirne, Trablusgarp, Rumeli gibi büyük vilayetleri ve ülkeleri kapsıyordu. Sonra gaflet ve cehaletleri yüzünden ilk önce Trablusgarp gibi milyonlarca İslam memleketini elden çıkardılar. Biraz sonra Arnavutluk'taki din kardeşlerimize de fena muamele ederek Rumeli'nin kalesi seviyesinde olan o yerleri karıştırdılar, ateşe verdiler. Bu yüzden kendilerinin de mevkisi sarsıldı. Arnavutların gayreti ile ve İstanbul'da çalışan mücahit ve muhaliflerin yardımıyla İttihatçılar devrildi. Gazi Muhtar Paşa ve Kamil Paşa heyetleri hükümete geçti. Fakat İttihatçılar el altından çalıştılar. Balkan Harbi'ni ihdas ettiler ve Kamil Paşa Hükümeti'ni küçük düşürmek için bu muharebede Osmanlı ordusunun içine girerek Allah'tan korkmadan ve vatana acımadan bin türlü yalan, dolan, hile ve aldatmalarla İslam askerlerinin bozulması için çalıştılar. Daha sonra apaçık eşkıya gibi Babı Ali'yi bastılar. Harbiye nazırı Nazım Paşa'yı, benzeri günahsız devlet memurlarını öldürdüler. Ve tekrar hükümete geçerek eski zulüm ve şiddetlerini kat kat ziyadesiyle tekrara başladılar. Mahmut Şevket Paşa hadisesi vesilesiyle yine darağaçlarını kurdular. Damadı Şehriyari Salih Paşa merhum ile beraber sürü sürü insanları astılar. Vapurlar dolusu binlerce halkı Sinop'a sürdüler. Sözde hürriyet verilen ahalinin ve milletin fertlerinin ağızlarını kapadılar, kilitlediler. İstediklerini yaptılar ve bir kelime itiraz edeni boğdular, susturdular. Yapılan milletvekili seçimlerinde sopayla, silahla halkı tehdit ederek ve bazı yerlerde adam öldürerek, milletin oyunu zorla, istediklerine verdirdiler, bu suretle seçilen mebuslar da milletin hukukunu müdafaa edecek yerde, İttihatçıların dalkavukluğunu yaptılar, hak ve hakikati gizlediler, millete söylemediler. Eğer millet, bu gibi seçim sıralarında biraz daha gayrete gelerek İttihatçılara karşı savaşan muhaliflerle el ele verip de bu zorbaları vaktiyle başından defetmiş olsaydı bugünkü felaketlere maruz olmayacaktı. Ne yazık ki, öyle zamanlarda yalnız muhalifler çalıştı. İttihatçıların zorlama ve eziyetine göğüs gerdi, fakat milletten hakkıyla yardım göremeyen o bir avuç yardım ehli ve muhalefet ordusunun bir kısım subayına dayanan İttihatçılarla başa çıkamadı; kahroldu, perişan oldu ve zavallılar vaktiyle İttihatçıların ne kadar zararlı ve tehlikeli bir yaratık olduğunu anlamak üzere her türlü belalara maruz olurken beri tarafta milletin ekseriyeti seyirci gibi duruyor ve güya; bize dokunmayan yılan bin sene yaşasın der gibi aldırmıyordu. I. Dünya Savaşı ortaya çıkıp da savaş ve açlık nedeniyle her evden bir ölü çıkmaya başladığı gün, millet ve memleket vaktiyle İttihatçılarla çarpışan mücahitlere yardım etmemesinin cezasını apaçık gördü, fakat iş işten geçmişti.
          Gerçekten İttihat ve Terakki'nin kıpkızıl cahil ve kanlı elleriyle, bütün dünya için bir tehlike olan o I. Dünya Savaşı'na istemeye istemeye sürüklendiğimiz zaman, millet ve memleketimiz için kıyamet kopmuştu. Bu muharebeye karışmayıp, uzakta durmak daha sağlamcı ve gerekli iken Almanların teşviki ve Enver ve Talat gibi çılgınların eliyle kendimizi öyle büyük bir tehlikeye attık; bütün dünya ve bütün İslam alemi bizi ayıpladı, artık bizim işimiz daha o gün bitmişti. Koskoca Osmanlı saltanatı beş on serserinin keyif ve arzusuna feda edilmişti. Artık sınırda ve çeşitli cephelerde milyonlarca vatan evladı su yerine kırılıyordu. Halbuki bu kadar fedakarlığa rağmen İngiliz ve Fransız gibi çok büyük ve düzgün devletlere karşı bu muharebede katiyen bizim için kazanmak ihtimali yoktu. Bir taraftan da harp meydanlarındaki kayıplarımız kadar ve belki daha fazla olarak ahali açlıktan ve sefaletten yok oluyordu. Milletin fertleri bu kötü durumda ve yoksullukta kıvranırken, çaresiz Anadolu yavruları ana-baba kuzuları kızgın çöllerde ve karlı dağlarda mihnet ve meşakkat altında aç ve susuz can verirken İttihatçılar İstanbul'da ve tehlikeden uzak yerlerde zevki sefa ile vakit geçiriyor, istediği gibi yiyor, içiyor, yüz milyonlarca lira borca soktuğu milletin hazinesinden, Müslüman'ın devlet hazinesinden, küçük çocukların nafakasından para çalıyor, zengin olmaya çalışıyor ve milletin acıklı durumuyla adeta alay ediyordu. Çünkü bu herifler, bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede alemi ölüme teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemek ve evvelkinden daha zinde ve kuvvetli bir mevcudiyetle muharebenin sonuna çıkmak usulünü pekiyi biliyorlardı. Muharebe olur, harbi kendisi çıkarmayan her sınıf halk zayiata uğrar, cidden azalır; fakat İttihatçılar sanki eskisinden fazla çoğalır. Bu hal gözbağcı İttihatçılara mahsus bir sihirdir. I. Dünya Savaşı'ndan önceki İttihatçılarla sonrakiler arasında bir karşılaştırma yaparsanız, bu dakika vakıf olursunuz. Bu sır ve sihrin anahtarını da, arzettiğimiz üzere başkalarını harbe ve ölüme sevkederek kendileri geride yaygara ile vakit geçirmek ve tehlikeden kendilerine iltica ederek kul köle yazılanların adediyle kendi mevcutlarının adedini artırmak usulünü maharetle idare etmelerinde aramalıdır. Nitekim bu defa da Anadolu'da Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden namerdane bir surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahali ve askerden topladıkları kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve 'siz mevkinizde sebat edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz' tarzında yalanlar ve hilelerle savuşup kaçarak, zavallı neferlerimizi ve ahalimizi boşu boşuna kırdırmak usulünü takip ediyorlar. Biçare millet bu yankesicilerin hilelerini, aldatmalarını hala tamamen anlayamamıştır. Yazık, bin kere yazık ki gerek harp içinde ve gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Talat, Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire gibi beş on şakinin vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakarlığı göze aldıramayarak memleketi ve kendilerini ebedi tehlikeden kurtarmak ve selamete çıkarmak yolunu anlayamadı hala da anlamıyor! Millet meşrutiyeti kabul ettiği zaman bunun ahkamını ve Kanuni Esasi'sini kendi muhafaza edecek ve hukukunu zorbalara ve yalancılara, dolandırıcılara kaptırmamak üzere kendisi olanca kuvvetiyle ve bütün azim ve dikkatiyle çalışacak; uyumayacak ve yaldızlı sözlere aldanmayacak, zarar ve menfaatini gerçekten takdir edecekti. Halbuki millet hala aldanıyor, aldatılıyor, lüzumsuz yere girdiği ve mağlubiyetle çıktığı bir muharebenin sonrasında da aklını başına toplayamıyor! Kendisini hala aldatmaya çalışan heriflere niçin diyemiyor ki: 'Ey hainler, Ey Allah'tan korkmayan ve Peygamber'den haya etmeyen mahluklar; muharebe ettiniz, başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup oldunuz, bizi de o yolda mahv ve perişan ettiniz, devletlere karşı mağlup olduk' dediniz mütareke imzaladınız, silahlarımızı, boğazlarımızı, payitahtımızı teslim ettiniz. Şimdi neye tekrar gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet etmekten ve istila olunmayan memleketimizin kalanını da istila ettirmekten başka bir faydası olmayacak surette delice hareketlere kalkışıyor ve bizi de eskisi gibi boşu boşuna kırdırıyorsunuz?
          İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin sonucuna katlanarak telafisini sabır ve sükun ve akıl ve tedbir dairesinde yok etmekten başka çare var mıdır? Yunanlarla harbe tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan şöyle mukavemet ettik, böyle zayiat verdik gibi yalanlarla halkı iğfale çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki, Yunanlara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz: Allah göstermesin sizin yalanlarınızı şahit tutarak işgal ettiği memleketimizde; 'bu kadar kan döktüm ve şöyle fedakarlık ettim, böyle emek çektim' diyerek fetih hakkı davasına kalkar! Hem sizler ey yalancı ve alçak şakiler! Kendi milletimize karşı ecnebi milletlerden hiçbirinin yapmadığı şekavet ve kötülükleri irtikap edip dururken milleti, memleket eşrafını, ulemayı asıp keserek mallarını yağma ederken kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvayı Milliye namını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek milletin hukukunu müdafaa edeceksiniz öyle mi? Utanmaz hainler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenabı Hakk'ın gazap ve laneti sizin üzerine olsun! Şimdi sulh imzalandı. Kuvayı Milliye belasının doğurduğu mecburiyetle galip devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize: 'Eğer Anadolu'da Kuvayı Milliye isyanını devam ettirir ve bastıramazsanız İstanbul'u da elinizden alacağız' diyorlar. Kuvayı Milliye eşkıyası ise İstanbul'u da elimizden çıkarmak ve memlekete son hizmet şeklinde son ihanetlerini de yapmak için çalışıyorlar.
          Ey Anadolu'nun mazlum ve muhterem ahalisi!
          İyi biliniz ve emin olunuz ki, bu hal böyle devam edemez ve memleketin her sancağına ve her bucağına sarmış olan bu vahşetin ateşi ve şekavet böyle sürüp gidemez! Vaktimiz pek daraldı; ve bu asilerin, baş kaldıranların, şekavetlerinden, cinayetlerinden halk bunaldı kaldı. Eğer bu ateşi kendi kendimize söndüremeyecek ve Anadolu'da asayişi temin ile çaresiz vatandaşlarımıza refah ve huzur vermeyecek olur isek, galip devletler tarafından bildirildiği üzere payitahtımızdan, sevgili İstanbul'umuzdan mahrum edileceğimiz gibi Anadolu'nun da ecnebiler tarafından istila olunacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bu baş kaldıranları, bu asileri mümkün olduğu kadar az zaman zarfında terbiye etmek ve tepelemek cümlemiz için bir farzdır. Yüksek seviyede yazılmış resmi ve kesin belgelerden anlayacağınız gibi İstanbul ahalisi ve merkezi hükümetin nasıl vahim ve elim dakikalar yaşamakta olduğumuzu nazarı dikkate alarak, tam azim ve ciddiyetle lazım gelen önlemleri almış olduğunu size bildiririz ve haber aldığımıza göre şanlı halifemiz ve sevgili hakanımız efendimiz hazretlerinin de asileri terbiye etmek ve sizin rahatınızı ve saadetinizi temin eylemek için toplanacak kuvvetin başında olarak bizzat oralara geleceklerini sizlere müjdeleriz. Hazır olunuz ve hainlerden, bu canilerden vatanı kurtarmak için size düşen görevi yerine getirmede kusur etmeyiniz.
          Ey kahraman askerler!
          Harp senelerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin boş yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de var idi! İşte bu hainlerin harp cephesi haricinde kalmış olan aile fertlerinize kanlı elleriyle ne kadar belalar irtikap etmiş olduklarını harpten dönüşünüzde gördünüz! Bugün yine o şakiler, baş kaldıranlardır ki, elleri birtakım yetimlerin, dul kadınların kanlarına bulaşmış olduğu halde kalbinizin içine sokularak, sizi mahvetmek ve evlat ve geçindirdiklerinizi yetim ve dul bırakmak ve servet ve mutluluğunuzu tamamen çalmak için şeytanın dahi hatırına gelmeyen hile ve aldatmayı irtikap ediyorlar. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız kutsal fetva ki, Allah'ın emridir, okuduğunuz ulu yazı ki, halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır; siz Allah'ın emrine, halifenin fermanına uyarak bu canileri, bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla görevli ve yükümlüsünüz. Şu alçaklar ve omuzdaşları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların bedenlerini tamamen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur. Memleketin başına bu kadar felaket getirmiş olan bu hainler daha yaşatılacak mı? Siz daha ne kadar böyle gafletle bunların gayrimeşru emirlerine uyacaksınız? Korkuyoruz ki, sizin bu aklınız, bu gafletiniz, körükörüne hainlere itaatiniz, daha pek çok mescitlerimizi ve mabetlerimizi harap eyleyecektir!
          Askerler! Bu kadar uyuduğunuz artık yeter, bu zalimlere alet olduğunuz artık kifayet eyler!
      Padişahımız, halifemiz, efendimiz hazretlerinin merhamet ve şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz koşunuz, geliniz, dünya ve ahiret saadetini kazanınız. İşte size ihtar eyliyoruz. Allah'ını, Peygamber'ini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!"

          Bu bildiriden dolayı bazı üyeleri istifa eden cemiyet, 14 Kasım 1919'da aldığı bir kararla adını Teali İslam Cemiyeti olarak değiştirdi. Yeni oluşumda eski kuruculardan sadece İskilipli Mehmet Atıf ve eski üyelerden Seydişehirli Hasan Fehmi yer aldı. 

          Türk'ü soysuz olarak gören Mustafa Sabri tarafından yazılıp, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah tarafından onanan ve Mustafa Kemal ile Kuvayı Milliye üyelerinin asi, katlinin vacip ve padişahın sadık tebasına zulüm ve işkence eden, halkın mallarını çalan, insanları kesen, memleketi nifak ve parçalanmaya sürükleyen, ülkeyi fesada veren eşkıyalar olduğunu belirten 5 Nisan 1920 tarihli fetva, Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Sultan Vahidettin tarafından imzalanıp, yürürlüğe kondu. Fetva İstanbul Hükümeti, İngiliz ve Yunan uçakları, İngiliz torpidoları, İngiliz konsoloslukları, Yunan kuvvetleri, Rum ve Ermeni teşkilatları tarafından Anadolu'ya dağıtıldı.  

İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi ve Müderrisin Cemiyeti ile Teali İslam Cemiyeti'nin kurucularından olan İskilipli Mehmet Atıf, Cemiyeti Müderrisin tarafından 26 Eylül 1919'da yayınlanan bildiri nedeniyle ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve gericiliğe teşvik etmek suçlarından, 26 Ocak 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi ve karar 3-4 Şubat 1926 gecesi infaz edildi. 

27 Ekim 2017 Cuma

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Sinan SEYDİOĞULLARI

                                               29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

                                                                                         Sinan SEYDİOĞULLARI


           “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” temel ilkesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilan edildiği 29 Ekim 1923 gününün yıldönümlerinde kutlanır. Cumhurbaşkanlığı forsun­da, 16 büyük Türk devletini simgeleyen yıldızların ortasında güneş ile temsil olunan Türkiye Cumhuriyeti bağımsız ve özgür karakteri, devlet kurma tecrübesi, aralıksız büyük devlet ruhu ve sonsuza kadar sürecek devlet ülküsüyle yaşadığını kanıtlar. 


          Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını Türk milleti olarak kabul eden ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyerek, uygarlığı ve refahı cumhuriyet için ideal olarak gösteren M. Kemal Atatürk, Türk milletinin başına geçecek olan devlet adamlarının kanları ve vicdanlarındaki soylu yaratılışın araştırılmasından bir an bile vazgeçilmemesini vasiyet eder. Atatürk “Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur” der. Cumhuriyetin ilanıyla millet, padişahın kulu olmaktan kurtulup devletin sahibi oluyor ve laikliğin temeli atılıyordu.

          Komünist devrimin yıldönümü kutlamalarında Sovyet lideri Stalin (1879-1953), “Herkes bilsin ki Rus milleti, Boğazlarla Ardahan’ı ele geçirmekten asla vazgeçmiş değildir ve asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda, bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum...” diye bir demeç verir. Bunu öğrenen M. Kemal Atatürk, apar topar Ankara’daki Sovyet Büyükelçiliğine gider ve büyükelçiden şunu ister: “Stalin’in bu demecinden vazgeçip geçmediğini soracaksın. Bu cevap, bu gece gelecek. Çünkü benim, senin başbakanından daha önemli bir kararım var. İstediğim cevabı almadan, dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim bir şekilde gelirse bil ki, buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim...” Büyükelçi, Atatürk’ün söylediklerini Moskova’ya aynen aktarır. Gelen cevap şöyledir: “Stalin’in dili sürçmüştür. Boğazlarla Ardahan’ı almak gibi bir arzusu kesinlikle yoktur.” 


10 Eylül 2017 Pazar

Alanya'da Eğimi Standartlara Aykırı Olan Yollar ve Uygulanmayan Mahkeme Kararları



Alanya'da Eğimi Standartlara Aykırı Olan Yollar ve Uygulanmayan Mahkeme Kararları   
                                                                                                    Sinan SEYDİOĞULLARI

















29 Ağustos 2017 Salı

30 Ağustos Zafer Bayramı Sinan SEYDİOĞULLARI


30 Ağustos Zafer Bayramı Sinan SEYDİOĞULLARI

          
İngilizler tarafından desteklenen ve “Büyük Yunanistan” hayaliye Anadolu’yu işgal eden Yunan Silahlı Kuvvetleri ile 30 Ağustos 1922 günü yapılan ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın sonucunu belirleyen Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın yıldönümlerinde kutlanır. İlk olarak 1923 yılında kutlanmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşıp, Türkleri Asya’ya sürmeyi planlayan Batı, bunu Şark Meselesi olarak görmekteydi. I. Dünya Savaşı’nın sonunda, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Antlaşması’na dayanılarak, Anadolu’nun bir kısmı İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar ve Yunanlar tarafından işgal edilmiş ve üç yıllık zorlu bir mü­cadelenin sonunda düş­man yurttan ancak atılabilmişti.


          Yıllarca süren savaşlar nedeniyle yılgınlığa düşmüş ve perişan olmuş halka, “Yunanlar padişah efendimizin daveti üzerine gelmişlerdir, onlara hürmet ve itaat edilmelidir” şeklinde yapılan propagandalarla teslimiyetçi bir anlayış hakim kılınmak isteniyordu. Meydanlarda halka okunan padişah fermanlarında, “Avrupa devletleri ve dünya kamuoyu, ‘Türklerin barbarlıkları devam etmektedir. Onları, Hıristiyanlara zulüm etsinler, din kardeşlerimizi kesip doğrasınlar diye mi yerlerinde bırakıyorsunuz?’ şeklinde feryat ediyorlar. Hükümet, bu tehlikeli günleri atlatmak için çalışıyor. Sizler de, işinizle gücünüzle uğraşın. Birbirinizle kardeş gibi geçinin. Devletin başına sorun çıkarmayın” deniyordu. Mandacılar ve mütareke basını Milli Mücadele’yi gereksiz ve boşuna yapılan bir çaba olarak görüyor, Milli Mücadele’yi padişaha karşı ayaklanma sayan şeyhülislam fetvaları ve Kuvayı Milliyeciler için çıkarılan idam fermanları İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılıyordu. İngilizlerin kışkırtmasıyla ayaklanan saltanatçılar Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, Süleymaniye’deki kamplarda örgütlenen bazı Kürt grupları ise Güneydoğu Anadolu’da kargaşa çıkartmaya çalışıyordu. Türk ordusunun önemli bir kısmı ne yazık ki, bu iç karışıklıklarla uğraşıyordu. Karadeniz bölgesinde 25 bin Rum, güneyde ise 10 bin Ermeni silahlandırılmıştı.


    Osmanlı Hükümetinin 10 Ağustos 1920’de imzaladığı Sevr Antlaşması’na göre, Osmanlı toprakları emperyalist Avrupa ülkeleri arasında paylaşılmakta ve Türklere Karadeniz’e çıkışı olan Ankara ve Sivas civarı bırakılmaktaydı. Anadolu’da 300 bin kişilik bir işgal kuvveti bulunuyordu. Bunun 250 binini, eğitimli ve donanımlı Yunan ordusu oluşturuyordu. Çoğu yeterli eğitimi almamış askerlerden oluşan Türk ordusu ise 60 bin kişiydi. Yunanlar ateş gücü bakımından üç kat daha üstündü. İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin gözetiminde bulunan depolardan kaçırılan cephane ve silahlar, Yunan savaş gemilerinin devriye gezdiği Karadeniz’deki limanlara, buradan da Anadolu’ya gönderiliyordu. Bu şekilde 250 bin tona yakın silah ve cephane Anadolu’ya ulaştırılmıştı. Azerbaycan Türkleri ve Hindistan Müslümanları da silah ve para yardımı yapıyordu. Bir dostluk antlaşması imzalamak üzere 1920’de Moskova’ya giden Türk heyetinin önüne şöyle bir koşul getirilir: Van ve Bitlis illeri Ermenilere verilmeli ve buradaki Müslüman nüfus Anadolu’nun içlerine gönderilmelidir. Ankara Hükümeti buna “Bu yerlerin Ermenilere terk edilmesi isteği, emperyalist bir düşüncenin ürünüdür ve hiçbir şekilde kabul edilemez” diye yanıt verir.      

          23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22 gün ve gece süren Sakarya Meydan Savaşı, göğüs göğüse yapılan kanlı çarpışmalara sahne olur. Yunan ordusu Haymana’ya kadar ilerler, ancak saldırganlığı kırıldığından, daha fazla gidemeyeceğini anlayarak, Sakarya nehrinin batısına çekilmek zorunda kalır. Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü” adlı şiirinde bu ölüm kalım savaşını şöyle anlatır: “İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su/Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu/Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek/Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?” Sakarya Meydan Savaşı, Türk Kurtuluş Savaşı’nın bir dönüm noktası olur. Morali düzelen Türk ordusu asker, silah ve cephane bakımından da güçlendirilir. İngiliz ve Yunanlarla ters düşen İtalyanlardan para karşılığı silah alınır. Cepheye kağnılarla cephane, su ve yiyecek taşıyan Türk kadını, atölyelerde mermi yapar ve demiryollarının onarımında çalışır. Türk ordusu yaklaşık bir yıl süren hazırlık sonrası, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal önderliğinde 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz olarak tarihe geçen saldırıyı başlatır ve Yunan ordusunu dört günde dağıtır. Yunan ordusunun can kaybı 120 bini, verdiği esir sayısı ise 20 bini geçer. Türk ordusu yaklaşık 400 km’lik Afyon-İzmir arasını on dört günde kat ederek, 9 Eylül günü İzmir’e girer.

       Kurtuluş Savaşı’ndaki askeri zaferin ardından, TBMM Hükümeti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Rusya, Bulgaristan, Romanya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti arasında 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanınır. Türk milletinin, milli birlik ve bütünlük içinde “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek verdiği mücadele, sömürge uluslara moral önder ve örnek olur. Amerikan Kongresi, Ermenilerin zorunlu göçe tabi tutulmasının bazı olumsuz sonuçlarını gerekçe göstererek, Türkiye ile diplomatik ilişkiye girilmesini uygun bulmaz ve antlaşmayı onaylamaz. Bunun üzerine Türk Hükümeti, Ortodoks Fener Rum Patriği’nin İstanbul’dan çıkarılacağını duyurur ve Anadolu’daki bazı Amerikan misyoner okullarını kapatır. Bu sırada Amerika’da yaşayan Ermeniler, Rum Ortodoks Kilisesi’ni de kullanarak, Hıristiyan mezhepleri ve kiliseleri arasında Türkiye aleyhtarı kampanyalar yürütür. 18 Ocak 1927 tarihinde, Amerikan Kongresi, Türkiye’yi Ermeni, Hıristiyan, Nasturi ve Yunanların mallarına el koymak ve onları öldürmekle sorumlu tutarak, Lozan Antlaşması’nı tanımadığını ilan eder. Antlaşma, ancak 5 Şubat 1934’te onaylanır.
   



29 Mart 2017 Çarşamba

İngiliz Emperyalizmi, Garter Haçlı Şövalyesi Nişanı, Musul ve Şeyh Sait İsyanı Sinan SEYDİOĞULLARI



İngiliz Emperyalizmi, Garter Haçlı Şövalyesi Nişanı, Musul ve Şeyh Sait İsyanı

                                                                                                           Sinan SEYDİOĞULLARI 

            Osmanlılar ilk kez 1854'te %5 faiz oranıyla, toplam 5 milyon İngiliz altını borç aldı ve ardından, 1855'te gayrimüslimlerden aldığı vergiyi kaldırdı.
          Tanzimat ve Islahat fermanlarını ilan eden Osmanlı Padişahı Sultan I. Abdülmecid (1823-1861) Fransa'dan Legion d'honneur Büyük Haç, İngiltere'den ise Garter Haçlı Şövalyesi (Diz Bağı) nişanlarını aldı.
          İslam Halifesi olan Sultan I. Abdülmecid, ambleminde "Onun (Haçın, Hristiyanlığın) kötülüğünü düşünene lanet olsun" yazan bu Hristiyan tarikatının 717 numaralı ve ilk Hristiyan olmayan üyesi oldu.
          Osmanlı'nın bu döneminde Batı'nın diplomatik, askeri, kültürel ve ekonomik yardımı te­min edilmedikçe devletin sürmesine imkan bulunmadığı ve bunun için de her türlü özveriye katlanmak gerektiği görüşü egemendi. Batı hayranı ve geleneklerle hesaplaşma iddiasında olan oyunlar, makaleler, hikayeler ve romanlar yazılmaya başladı. Osmanlı'nın egemen sınıfı içerisinde, Avrupa'nın çıkarlarına hizmet eden, Batı'nın ideolojik ve kültürel egemenliği altına girmiş, reformcu bir kesim yetişti. 
          1858 yılında Babür İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'i ele geçirip, sömürgeleştiren İngilizler bu işgali haklı göstermek için Hint-Avrupa dillerini kullanan Batı Avrupalı Arilerin tarih çağlarının başında Hindistan'ı işgal ettiğini ve hatta bunun sonucu olarak kast sisteminin ortaya çıktığını söylüyordu. Ancak daha sonra yapılan bilimsel araştırmalarda, kastlar arasında genetik büyük farkların olmadığı kanıtlandı. 
          Lozan Konferansı'nda görüşmeler 4 Şubat 1923'te kesildi, savaş ihtimali yeniden gündeme geldi ve Türk ordusu hazırlıklara başladı. Müslüman sömürgeleri bulunan İngiltere, Fransa ve İtalya panislamist devlet demek olan hilafetin kaldırılmasını istiyordu.
          M. Kemal Paşa'nın halifelikle ilgili son düşüncesi şöyleydi: "Fas, Tunus, Cezayir, Trablus (Libya), Hint ve bütün bu ülkelerde yaşayan dindaşlarımız vicdani hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına sahip değildir. Bunlara bu geniş yetkiyi uygulatabilmek için önce onların hürriyetlerini elde etmek, yani onları esaret zinciri altında bulunduran devletlere karşı savaş açmak gerekir. İngiltere, Fransa, İtalya vs devletlere savaş açmak ve bu savaşlarda başarılı olmak gerekir. Halife olan kişinin bunları yapabilmesi için, bir gücü olması gerekir. Eğer o güç Türkiye Devleti'nin gücü olursa, 8 milyonluk Anadolu halkının görevi bütün cihana karşı savaş açması ve bunları kurtarması olacaktır ki, böyle bir görevi 8 milyon Anadolu halkına yüklemek mümkün değildir. Böyle bir görevi yapmak gerekirse, 70 milyon Müslüman'dan oluşan Hindistan'ın yapması gerekir. Görev vermek Türkiye Devleti'nin görevinin üzerinde bir şey olur. Ancak İslam alemi hür ve bağımsız şartlar içinde bir araya gelir, kabul ederlerse, toplanır ve halifenin durumunu tespit eder."
          TBMM, 3 Mart 1924 tarihli kanunla halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkartılmasına karar verdi. İngiliz Parlamentosu halifeliğin kaldırılmasının ardından, Nisan 1924'te görüşmeye başladığı Lozan Antlaşması'nı 6 Ağustos 1924'te onayladı ve uzlaşma sağlanamayan Musul konusunu Lozan Antlaşması'na dayanarak, Milletler Cemiyetine götürdü. İngilizler Musul sorununun Kürt-Nasturi-Keldani odaklı çözülmesi gerektiğini savunuyordu.  
          Bir gün sonra, 7 Ağustos'ta Hakkari bölgesinde yaşayan Hristiyan Nasturiler ayaklandı. İngiliz askeri üniforması giyen Nasturiler Hakkari Valisi'ni esir alıp, Türk askerlerini katletti. Şeyh Sait bu ayaklanmayı destekliyordu. 14 Ağustos'ta isyanı bastırmak üzere harekete geçen Türk ordusu sınırı geçip, Musul'a girdi. İngiltere, sınırı geçen Türk kuvvetlerinin geri çekilmesini istedi. Mustafa Kemal Paşa, yeni kurulan devletin emperyalist İngiltere'yle savaşa girmemesi ve dar boğazlara sürüklenmemesi gerektiğini düşünüyordu. Türk ordusu Musul'dan geri çekildi ve Milletler Cemiyeti kararı beklenmeye başlandı.  
          Tam bu dönemde, İngilizlerin kışkırtmasıyla, 13 Şubat 1925'te Ergani Eğil'de başlayan Şeyh Sait Ayaklanması, Doğu Anadolu'da geniş çaplı bir Kürt ayaklanmasına dönüştü. Hilafetin kaldırılmasına karşı olan ve "İslam Türklerle Kürtler arasındaki tek bağdır. Türkler şimdi bunu kırdığına göre, Kürtler de kendi geleceklerini düşünmek zorundadır" diyen Şeyh Sait, halkı İslam adına ayaklanmaya çağırdı.
          İngilizlerle işbirliği içerisinde olan Çerkez Ethem'in başında bulunduğu Anadolu İhtilal Komitesi ile saltanat yanlılarının kurduğu Tarikatı Salahiye Şeyh Sait İsyanı'nı destekledi.
          Şeyh Sait kısa sürede Genç, Maden, Siverek, Ergani, Varto ve Elazığ'ı ele geçirip, bazı devlet görevlilerini tutukladı ve Diyarbakır'ı kuşattı. Şiddetli çarpışmalar sonunda ordu birlikleri isyancıları dağıttı ve Şeyh Sait ele geçirildi. Şeyh Sait ve 46 adamı, 29 Haziran'da Diyarbakır'da yapılan yargılama sonunda idam edildi. Şeyh Sait İsyanı'nın devamı niteliğinde olan ve İngilizlerin kışkırtması sonucu Siirt'in Beşiri bölgesinde ortaya çıkan Raçkotan ve Raman isyanları da, yönetime bağlı aşiretler tarafından bastırıldı.  
          Milletler Cemiyeti 16 Aralık 1925'te Musul'u, İngilizlerin mandasına verilen Irak'ın bir parçası saydı. Türk kamuoyunda İngiltere aleyhine oluşan tepki nedeniyle, Türkiye'deki İngiliz şirketleri çoğu işlerini tasfiye etti. Haziran 1926'da Türkiye-İngiltere-Irak arasında imzalanan antlaşmayla, Irak petrol gelirinin %10'u, 25 yıl süreyle Türkiye'ye bırakıldı.

  

         












11 Şubat 2017 Cumartesi

Türk Kurtuluş Savaşı'nda Bolşevikler, Komünist Partiler ve Mustafa Suphi Sinan SEYDİOĞULLARI

     
  Türk Kurtuluş Savaşı'nda Bolşevikler, Komünist Partiler ve Mustafa Suphi

Sinan SEYDİOĞULLARI
 

          İngilizler, Çarlık Rusya'nın yardımına yetişememiş ve Bolşevikler 7 Kasım 1917'de iktidarı ele geçirmişti. Rusya'daki komünist rejim, Kurtuluş Savaşı'na katkı vererek, Avrupalı emperyalistlere karşı daha güçlü hale gelebileceğini ve Türkiye'nin komünistleşebileceğini, bununla da Orta Asya'daki Türkleri ve bütün İslam dünyasını kazanabileceğini; Türkiye ise silah, cephane ve para yardımı almak için Sovyetlerle yakınlaşmak zorunda olduğunu biliyordu. Moskova'ya bağımlı bir komünist partinin kurulmasına razı olması şartıyla Mustafa Kemal liderliğindeki kurtuluş hareketine yardım edeceğini bildiren Bolşevikler, Batı emperyalizmine karşı Türkiye ile stratejik bir ortaklık kurdu. Halkların kendi geleceğini tayin etme hakkı olduğunu söyleyen Bolşevikler, İslamiyetin de simgesi olan yeşil rengi kullanıyordu. Panturanizm ve Panislamizm politikalarıyla tanınan ittihatçı liderler Enver, Talat ve Cemal Paşa'yla da temas kuran Sovyetler, Hindistan'da İngiliz emperyalizmine karşı bir örgütlenme karşılığında Türk Kurtuluş Savaşı'na yardım etmeyi önermişti. 14 Temmuz 1919'da İstanbul'da, ittihatçıların kontrolünde Türkiye Komünist Partisi kurucu komitesi oluşturulmuştu.
1889-1908 yıllarında İttihat ve Terakki içinde, aşırı milliyetçi düşünceleriyle tanınan ve Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra sürgüne gönderilen Mustafa Suphi, 1914'te birkaç arkadaşıyla Sinop'tan kaçıp, Rusya'ya sığınmış, bir süre sonra I. Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine Urallar'a sürülmüş, burada Bolşeviklerle tanışmış ve 1918'de Türkistan'da komünist örgütlenmeyi başlatmıştı. Kut'ül Amare kahramanı ve Enver Paşa'nın amcası olan Halil Paşa'yı Sovyetlerden para, silah ve cephane yardımı almak üzere, Türk milli kuvvetlerinin temsilcisi olarak görevlendiren Mustafa Kemal Paşa, 26 Nisan 1920 tarihli mektubunda emperyalist devletlere karşı Bolşevik Ruslarla birlikte hareket etmeyi önerdi ve Milli Mücadele için beş milyon altın, cephane ve silah talep etti. Yapılan görüşmede Bitlis, Van ve Muş'un Ermenistan'a verilmesini isteyen Sovyet Dışişleri Komiserliği bir miktar silah, cephane ve 100 bin lira değerindeki altını Halil Paşa'ya teslim etti. Aynı tarihlerde Enver Paşa (1881-1922) Kafkaslarda, Yeşil Ordu adıyla bir süvari birliği kurma çalışmalarına başladı. Bu ordunun bütün İslam dünyasını Batı emperyalizminin tutsaklığından kurtaracağı propagandası yapılıyordu. Sovyetlerle yapılan işbirliğine elverişli bir ortam hazırlamak ve Bolşevikliğin İslam'ın uygulamasından başka bir şey olmadığını anlatmak amacıyla 14 milletvekili tarafından 1920 Mayıs'ında Ankara'da kurulan Yeşil Ordu Cemiyeti'nin yöneticileri arasında Nazım Resmor, Hakkı Behiç, Yunus Nadi, Çerkez Reşit, Muhittin Baha, Eyüp Sabri, Adnan Adıvar, Mahmut Celal Bayar ve Şeyh Servet Akdağ gibi isimler bulunuyordu. Yeşil Ordu Cemiyeti'ne katılan Çerkez Ethem, Eskişehir'de Arif Oruç vasıtasıyla Seyyare Yeni Dünya adlı günlük bir İslam-Bolşevik gazetesi çıkartıyor ve Anadolu'da emperyalizme karşı verilen savaşın bir sosyal devrim ile tamamlanması gerektiğini savunuyordu.
 
 
Azerbaycan'da Sovyet devrimi yapılması üzerine 27 Mayıs 1920'de Bakü'ye gelen Mustafa Suphi ve yoldaşları, burada Türkiye Komünist Partisi'ni denetim altına aldı ve partideki ittihatçıları uzaklaştırdı. Bunun üzerine ittihatçılar, programı tamamen Bolşevizm ve Komünizm esaslarını içeren Halk Şuralar Partisi'ni kurdu. 3 Haziran 1920'de Mustafa Kemal Paşa'ya diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin hemen kurulmasını öneren Sovyetler, Türk boğazları meselesinin Karadeniz'e kıyısı bulunan devletlerin katıldığı bir konferansta ele alınması görüşünü yineledi. Mustafa Kemal, 20 Haziran 1920'de Enver Paşa ve arkadaşlarının Büyük Millet Meclisi ile hiçbir bağlantılarının kalmadığını açıkladı ve Halk Şuralar Partisi'ni örgütlemek için Trabzon'a gelen Halil Paşa sınır dışı edildi, Binbaşı Naim Cevat tutuklandı. 19 Temmuz 1920'de Moskova'ya ulaşan Dışişleri Bakanı Bekir Sami Kunduh başkanlığındaki ilk Türk resmi heyeti görüşmelerde, Türkiye'nin iç ve dış egemenliğine saygı gösterilmesi şartıyla Sovyet Rusya ile birlikte hareket edeceğini, boğazların Karadeniz devletlerince serbestçe kullanılabileceği ve birlikte savunulabileceğini belirterek, diğer İslam ülkeleri üzerinde önemli bir yere sahip olan Türkiye'ye yardım yapılmasını istedi. Bolşevikler ise Doğu politikasının Türkler ile birlikte belirlenmesinin faydalı olacağını belirtip, rejim muhalifi Müslümanların hareketlerinin engellenmesini istedi. 1-8 Eylül 1920'de Bakü'de Komünist Enternasyonal tarafından toplanan Doğu Halkları Kurultayı'na katılanlar arasında Mustafa Suphi, Enver Paşa ve Büyük Millet Meclisi'ni temsilen bir heyet de bulunuyordu. Doğu Halkları Kurultayı'nda Mustafa Suphi ve yoldaşları, Türkiye ile ilgili işlerde yetkilendirildi. Mustafa Suphi 10 Eylül'de yeniden oluşturulan Türkiye Komünist Partisi'ne başkan seçildi. TKP'nin Anadolu topraklarına taşınması, I. Dünya Savaşı'nda tutsak alınan Türklerin hazırlanıp, bir birlik halinde Türkiye'ye gönderilmesine karar verildi ve önde gelen parti üyeleri teşkilatlanma çalışmaları yapmak üzere Anadolu'ya gönderildi. Mustafa Suphi, Anadolu'ya geçerek Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni bir işçi-köylü devrimiyle sonuçlandırmak istiyordu. Bir Sovyet heyeti 8 Eylül 1920'de Erzurum'a iki yüz kilo külçe altın, Bekir Sami Kunduh başkanlığındaki heyet ise 1920 Eylül'ünde Moskova dönüşünde, Ankara'ya 1 milyon altın ruble getirdi. Aslında, Sovyet yardımlarının büyük bir bölümü Orta Asya Türkleri tarafından temin ediliyordu. Buhara Cumhuriyeti, Türkiye'ye teslim edilmek üzere 100 milyon altın rubleyi Rus Hazinesi'ne verdiği halde, gelen yardım bunun çok altında olmuştu. 

          Anadolu'daki komünist hareketleri denetim altına almak isteyen Mustafa Kemal'in 18 Ekim 1920'de kurdurduğu Resmi Türkiye Komünist Partisi'nin kurucuları arasında Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt, Yunus Nadi Abalıoğlu, Çerkez Hakkı Behiç Bayiç, Refik Koraltan, Kılıç Ali ve Süreyya Yiğit gibi tanınmış isimler vardı. Genel sekreteri Çerkez Hakkı Behiç olan partinin üyeleri arasında ise Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Çerkez Ethem de bulunuyordu. Sınıf savaşını reddeden Resmi Türkiye Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal'e üyelik için başvurduysa da kabul edilmedi. 7 Aralık 1920 tarihinde kurulan ve Komünist Enternasyonal'in görüşlerini benimseyen Türkiye Halk İştirakiyun Partisi'nin kurucuları arasında ise Tokat milletvekili Nazım, Şeyh Servet Akdağ, Mehmet Şükrü, Salih Hacıoğlu ve Zihnetullah Nuşiveran bulunuyordu. Ankara'ya gelmesine izin verilen Mustafa Suphi ve Sovyet kafilesi 28 Aralık 1920'de Kars'ta resmi törenle karşılandı. Mustafa Kemal, Sovyet temsilci Upmal ile Ocak 1921'de Ankara'da yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: "Devrimci çalışmanın iki yolu vardır. Birisi halkı kendi kişisel düşüncene boyun eğmeye zorlamaktır. İkincisi halkın duygularını tartarak, çoğunluğun istekleri doğrultusunda hareket etmektir. Bugünkü ortamda birliğimizin korunabilmesi için ikinci yoldan gitmek zorundayız."
 
Kars'tan Erzurum'a gelen ve burada çeşitli hakaretlere uğrayan Mustafa Suphi ve arkadaşları, önceden hazırlanan plan gereği ve saldırılardan koruma gerekçesiyle şehre sokulmadı ve Trabzon'a yönlendirildi. Trabzon'a kadar güvenlik kuvvetlerinin denetiminde ve protestolar arasında gelen Mustafa Suphi ve heyeti sınır dışı edilmek üzere bir tekneye bindirildi. Hemen arkasından Trabzon Müdafai Hukuk Cemiyeti üyesi Yahya Kahya ve silahlı adamlarını taşıyan bir tekne daha yola çıktı. 15'ler diye anılan Mustafa Suphi ve arkadaşları, 28–29 Ocak 1921 gecesi Sürmene açıklarında tekneden denize atıldı. Resmi Türkiye Komünist Partisi ile Türkiye Halk İştirakiyun Partisi 1 Şubat 1921'de kapatıldı.
Sovyet rejiminin Mustafa Kemal'e alternatif olarak gördüğü ve Sakarya Zaferi'ne kadar (13 Eylül 1921) Batum'da beklettiği Enver Paşa ve arkadaşları 19 Ekim 1921'de Buhara'ya gitti. Hukuk Cemiyeti'nin parasını zimmetine geçirmekle suçlanan, ancak yapılan yargılama sonunda beraat eden Yahya Kahya ve iki arkadaşı, 3 Temmuz 1922'de Trabzon'da, Mustafa Kemal Atatürk'ün daha sonra Muhafız Alay Komutanı olan İsmail Hakkı Tekçe ve Topal Osman'ın iki adamı tarafından öldürüldü. Basmacıların Bolşeviklere karşı yürüttüğü isyanın başına geçen Enver Paşa ise 5 Ağustos 1922'de Tacikistan'da, Kızıl Ordu ile savaşırken öldürüldü.