14 Haziran 2013 Cuma

Toplum Vicdanı ve İlahi Yasa Sinan SEYDİOĞULLARI


 

TOPLUM VİCDANI ve İLAHİ YASA

 
Sinan SEYDİOĞULLARI
 
 

          Vicdan, "Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç" olarak tanımlanır ve tüm öğretiler "kendini tanı" diye başlar. İnsanın kendini tanıması için belki de, bir aynanın karşısına geçip "Sen kimsin?", "Ne yaptın, ne yapmaktasın?" gibi sorular sorup hiç çekinmeden cevaplaması gerekir.  

         Bir hafta önceydi. İşletmecinin, "Ben bir şey yapmadım. Kim yaptıysa, Allah ondan razı olsun. Sayesinde önümüz açılacak. Müşterilerimizin başına düşüp de, birine zarar vermesin. Bir an önce kesilsin" dediği 30-40 yaşlarında ve 10-15 metre boyundaki çam ağacı, üzerine sarılan asma dalları ve begonvilleriyle mahallenin en gözde yerlerinden birini oluşturuyordu. Yan yana duran keçiboynuzu, incir, begonvil ve çam ağacının kırmızı renkli bir ilaçla zehirlendiği söyleniyordu. Ağaçların kuruyan kısımları budandı. Bir çevre derneğinin temsilcisi geldi. "Ağacın dibinde kimyasal var" dedi ve sorgulamak amacıyla toprağı eline bulaştırıp gitti. Sonra, telefon açıp bildirdi. Kimyasal, zehirmiş.       


         
Hafta sonu sabah yürüyüşü sırasında acı acı bağırarak ve birine yetişmek istercesine koşan küçük bir köpek gördüm. Sanki bir araç çarpıp kaçmıştı. Epey koştu, sonra kırmızı ışıkta duran bir aracın önüne geçip yola uzandı. Yeşil yandı, araçların hiçbiri durmadı, hepsi sollayıp gitti. Tekrar kırmızı yandı. Bu sefer, yolun ortasına kadar süründü ve en öndeki aracın tekerleklerinin dibine yattı. Karşıdaki otelin güvenlik görevlisine seslendim, köpeğe yardım etmesini rica ettim. "Ben ne yapayım?" der gibi, iki kolunu yana açtı. Refüjün bu yanında çalışan iki işçiden, köpeği bu tarafa getirmelerini istedim. Biri, "Ben tiksinirim" dedi. Diğeri başını bile kaldırmadı. İşçiden eldivenlerini aldım, küçük köpeğin yanına gittim. Ensesinden kavrayıp yolun bu tarafına taşıdım. Tam karşıdaki otelin görevlisinden bir şişe su istedim. "Bizde su yok" dedi.

          Geçenlerde birkaç esnafla birlikte yaptığımız bir sohbette, bir sahabe ile Hz. Peygamber arasında geçen şu hadis dile getirilmişti:  
"Bir adam bana gelip malımı zorla almak istiyor"
"Ona Allah'ı hatırlat"
"Hatırlamak istemezse"
"Yakınındaki Müslümanlardan yardım iste"
"Çevremde Müslümanlardan kimse yoksa"
"Devletten yardım iste"
"Eğer devlet benden uzaksa"
"Malının uğrunda dövüş, ya ahiret şehitlerinden olursun ya da malını kurtarırsın."
Orada bulunanlardan biri aynen şöyle dedi: "Adam o malı helalinden kazanmamışsa, dövüşmez!"

          Zulmün, haksızlık ve ahlaksızlığın yaygınlaşması, insanlık onurunun ayaklar altına alınması, huzur ve güvenin kalmaması, lüks yaşam tarzına ve makama önem verilmesi, emanetlerin ehline verilmemesi, güç ve iktidar sahibi olanların insanlara zulmetmesi ve halkın buna engel olmaması toplumların çöküş nedenleri arasında gösterilir.

          İlahi yasa gereği başkalarına zulmedenlerin cezası bu dünyada verilir ve zalimin başına başka bir zalim musallat edilir. Onlarla oturup kalkan, onları takdir ve taklit eden ve yaptıklarını hoş görmek suretiyle zalimlere destek olanların ve zalimin zulmüne engel olmayanların cezası da bu dünyada ve bizzat yardım ettikleri zalimler tarafından verilir.

 

 

 

16 Mart 2013 Cumartesi

Nevruz 𐰤𐰀𐰋𐰺𐰆𐰔 Sinan SEYDİOĞULLARI

NEVRUZ 𐰤𐰀𐰋𐰺𐰆𐰔


Sinan SEYDİOĞULLARI


Yeni gün demektir. Baharın gelişini ve tabiatın uyanışını simgeler. Sembolü yeşermiş buğdaydır. 

 

Aynı zamanda gece ile gündüzün eşitlendiği gün olan 21 Mart, Orta Asya’dan Balkanlar'a kadar uzanan bölgede, Sümerlerden beri coşkulu törenlerle kutlanır. 

 

Mart dokuzu ya da sultan nevruz da denilen günde şenlikler yapılır, yenilir, içilir ve niyetler tutulur. Su serpme ve ateş üzerinden atlama geleneği, kötülüklerden temizlenme amacını taşır. Gök Tanrı inancında, okunmuş su ilaç gibi içilir ve onunla banyo yapılır. Ateş ise insanları her beladan korur. 


 

Divanı Lügatit Türk’te baharın gelişi, doğadaki değişiklik ve canlanma yeryüzüne ipek kumaştan döşek serilmesi, dünyanın nefesinin ısınması, yağmur tanelerinin saçılmasıyla inci, mercan çiçeklerinin açması şeklinde yorumlanır. 

 

Demircilik mesleğini kutsamak adına bir demir parçası ateşte kızdırılır ve örse konarak, çekiçle dövülür. Eski Türkler demiri ulu ve kutsal sayar, “gök girsin kızıl çıksın” diyerek, kılıç üzerine yemin ederlerdi. Türklerde Ergenekon’dan çıkılan gün nevruz olarak kabul edilir ve Ergenekon Destanı olarak anlatılır: Düşmanları ile yaptıkları savaşı kaybeden Göktürk Kağanı ve yeğeni, eşleri ile birlikte tutsak düşer.

 

Bir süre sonra düşmanın elinden kaçar ve buldukları sürüleri ile kendilerine güvenli bir yurt ararlar. Bir kurdun ayak izlerinin peşinden giderek, geldikleri yoldan başka geçidi olmayan yemyeşil bir yer bulur ve buraya Ergenekon adını verirler. Sarp geçit anlamına gelen Ergenekon, özlemi çekilen cennet anlamında da kullanılır.

 

400 yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğalırlar ki, artık Ergenekon’a sığmaz olurlar ve buradan çıkmaya karar verirler. Bir demirci dağda demir madeni olduğunu, dağın ateşe verilerek yolun açılabileceğini söyler. Bunun üzerine dağın çevresine odun ve kömür yığarak, yetmiş büyük körükle tutuşmasını sağlarlar. Böylece dağ erir ve Göktürkler Ergenekon’dan çıkar, adeta yeniden doğar ve eski yurtlarına yeniden egemen olurlar.

 

Altaylar’ın yan yana duran üç doruğuna birden ÜÇ SÜMER denir. Aslında, Ergenekon Sümerlerin Altaylar'dan çıkış yeridir. Göktürkler atalarını destanlaştırmıştır. 


Eski Türkler, yay adını verdikleri ilkbahar mevsiminde koyun veya kısrak sütünü bulgurla karıştırıp lapa yaparak, Gök Tanrı Ülgen’in insanlara hayat vermek ve onları kötülüklerden korumak için görevlendirip yeryüzüne gönderdiği kutsal ruh Yayık adına yere saçarlardı. 

 

Yayık kaldırma denilen bu törenle hoşluk ve iyilik dilenirdi. Kutsal ruh Yayık’ın, göğün üçüncü katında bulunan Ak-Göl’den aldığı sütü, yeni doğan bebeklere damla damla dağıttığına ve Gök Tanrı Ülgen’in, Yayık aracılığıyla sütün bir kap içinde çalkalanıp dövülerek tereyağı yapılmasını insanlara öğrettiğine inanılır. Anadolu köyleri ve yaylalarında, tereyağı elde etmede kullanılan yayıklar adını buradan alır.


     NEVRUZ/YENİ GÜN KUTLU OLSUN                           𐰤𐰀𐰋𐰺𐰆𐰔 𐰸𐰆𐱃𐰞𐰆 𐰆𐰞𐰽𐰆𐰣





 

9 Mart 2013 Cumartesi

Taşkent ve Taşkent "Güzeller Diyarı" Sinan SEYDİOĞULLARI


Taşkent ve Taşkent

“Güzeller Diyarı”
                               “Taşkent’e birlikte yolculuk yaptığım kayınpederim merhum Mehmet Taşdemir’in anısına”     
                                                                         Sinan SEYDİOĞULLARI
Yazı, Harita ve Fotoğraflar

              Tarihi kaynaklarda, Orta Asya’dan genellikle Türkistan diye söz edilir. Özbeklere ise dağlı denir. Özbek, kendi kendine beg (bey) demektir. Devlet otoritesine karşı gelen ve “öyle ise biz kendi kendimize bir bey seçeriz” deyip ayrılan Türk halklarına Özbek adı verilmiştir.

              Türkler ve Kuzey kavimleri Yafes’in soyundan gelirler. Tarihte bütün güzellerin Nuh peygamberin oğlu Yafes’in soyundan geldiği söylenir. Orta Asya’da, “Semerkant’ın güzelleri Buhara’nınkilerden, Taşkent’in güzelleri de Semerkant’ın güzellerinden daha güzeldir” derler. Bu Taşkent, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden biri olan Özbekistan’ın başkentidir. Önemli ticaret yollarının üzerinde bulunan Taşkent, 2,5 milyonluk nüfusuyla Orta Asya’nın en büyük kentidir. Buhara ve Semerkant, Özbekistan’ın diğer önemli kentlerindendir. Bu üç kent tarih boyunca bilim merkezleri olmuştur. Orta Asya’daki medreselerde yetişen Horasan erenleri ya da pirleri Anadolu’ya göç eden Türk boylarına reislik yapmışlar, Anadolu’nun Türkleştirilip İslamlaştırılmasında önemli rol oynamışlardır.

              Anadolu’ya göç eden Türkmen ve Avşarların bir kısmı 1225-1250 yılları arasında, başlarında pirleri olduğu hadle şimdiki Taşkent civarına yerleştirilmiş ve başlarındaki pirlerinden dolayı buraya Pirlonda, daha sonra da Pirlerkondu denilmiştir.

              Dönem Sultan Alaeddin Keykubad’ın iktidarda olduğu dönemdir. Hikaye bu ya, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad (1192-1237) ile Alaiye (Alanya) Beyi arasında oluşan sınır anlaşmazlığını çözmek için elçiler şöyle bir anlaşmaya varır: Her iki kumandan da saraylarından, horoz ötümü vaktinde yola çıkacaklar ve karşılaştıkları yer sınır olacaktır. Gerek Selçuklu hükümdarı gerek Alanya Beyi birer elçilerini tam horoz ötümünde yola çıkılmasını kontrol etmek için karşılıklı olarak görevlendirirler. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’ın mihmandarı horozun erken ötmesini sağlamak için akşamdan horoza baharatlı ve acılı yiyecekler yedirir. Durum böyle olunca, horozu erkenden öten Alaeddin Keykubad alacakaranlıkta atlar atına düşer yola. Yağız at rüzgar misali bayırlar, tepeler aşar, yollar dürülür. Bir hayli yol alır. Sultan kan ter içinde kalır. Susuzluktan dudakları çatlamış, boğazı kurumuş haldedir. Bir yamaçta şırıl şırıl çağlayan bir pınar görür. Atını mahmuzlar varır pınar başına. Bir de ne görsün, bir dağ güzeli testisini doldurmakta…

              Sultan, “Bir su ver bacım” der. Kadın kim olduğunu bilmediği, kan ter içindeki yolcuyu şöyle bir süzer ve kalaylı, pırıl pırıl tasını doldurur. Sonra pınarı gölgeleyen çam dallarından bir tutam yaprak koparır, su dolu tasa serper ve öylece Sultan’a uzatır. Sultan tası alır, ama içindeki yapraklara bir anlam veremez. Suyu döker, tası geri uzatır. Güzel kadın tası buz gibi suyla doldurur, çam yapraklarını üzerine yine serper ve verir. Sultan kadına, “Niçin bu çam yapraklarını suyun üzerine serpiyorsun” diye sorar. “Yiğidim; hava sıcak, siz de terlisiniz. Çam yaprağı suya koku verir, hem siz birdenbire değil de süze süze içeceğiniz için soğuk su size dokunmaz” der. Sultan suyu kana kana içer ve kadına, “Adını bağışla bacım” der. Kadın başını öne eğer, utangaç bir tavırla, “Adım başkasına bağışlandı, sen kusurumu bana bağışla” der. Sultan, “Burası neresidir?” diye sorar. Kadın, “Pirlerkondu derler buraya. Köyümüz, şu yamacın ötesindedir” diye cevaplar. Alaeddin Keykubad, “Ben Anadolu sultanıyım. Dile benden ne dilersin” der. Dağ güzeli Yağız atın üzerinde heybetle duran bahadırın sultan olduğunu anlayınca şaşırır. Yerinden fırlar, atının gümüş üzengilerini öper. “Sultanım sağlığını dilerim” der. Alaeddin Keykubad ısrar edince, dileğini söyler: “Biz İçel’in pamuğunu eğirir, iplik yapar, bez dokur, pazarda satar, geçimimizi sağlarız. Bezlerimize damga vururlar. Bir top bezden tam üç akçe vergi alırlar. Ferman buyurun da almasınlar.” Alaeddin Keykubad, “Dileğin olacak, benim de niyazım odur ki; çamlarınız kurumasın, güzeliniz farımasın (güzelliğinden bir şey kaybetmesin), suyunuz ılımasın, bezinizden öşür akçe alınmasın” der. Bu iyi dileklerin sahibinin bir aksakal ya da bir pir olduğu da söylenir.

              Taşkent’e adı çok sonraları, 1930’da verilir. Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarına yurtluk yapmış olan Torosların orta yerindeki Taşkent’te Çıbankayası Hitit kabartmaları, Karıcık-Kale, Dikmeninboyu, Anacak, Taşdibi, Asar, Örencik, Avuzeli, Moğollar gibi örenyerleri bulunur. Avuzeli, Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinden gelip buraya yerleşenlerin verdiği isimdir. Taşkent’te kışlar soğuk ve karlı, yazlar ılık ve kurak geçer. Konya iline bağlı olan kent, 1620 metre rakımlı olup 16 bin civarında bir nüfusa sahiptir. Alanya’dan Taşkent’e 110 kilometrelik bir yolla; Mahmutlar, Kuşyuvası Geçidi, Karapınar, Çayarası, Sarıveliler Yol Ayrımı, Cırlasun Köprüsü, Doğancı ve Çukuryurt Geçidi üzerinden ulaşılır. Katran ve ceviz ağaçlarıyla da ünlü Taşkent’te bir de Tabiat Anıtı vardır. Balcılar beldesindeki Ağıl Ardıç Ağacı Tabiat Anıtı 1000 yaşındadır. Taşkent’in suyu boldur. Mihrap, Keleş Ali ve Fakı pınarları, Sultanpınarı, Ballar ve Emirler çeşmeleri, Yeşil Vadi, Birağızlıca, Tatar Teknesi, Sıvat, Beyoluğu, Borbaşı, Borkoyağı, Sülümen, Damla, Soğukpınar gibi piknik ve dinlenme yerleri ve Yılancı Kayası Mağarası Taşkent’in doğal güzellikleri arasında yer alır.  

              Evliyalarıyla ünlü Taşkent’te Damla, Belen Dedesi (Çıban Ardıcı), Erenler, Arap Hoca, Süt Dedesi, Uzun Şıh Dedesi, Hacı Abdul Baki Hoca ve Mehmet Efendi türbeleri bulunur. Sultanpınarı Çeşmesi’nin yanından başlayan dik merdivenlerle Erenler Tepesi’ne çıkmak niyetindeyseniz, nefesinize ve dizlerinizin bağlarına güveniyor olmalısınız. Boğaz, Çibi ve İmirzalar köprüleri, tarihi mezarlık ve Uzun Şıh Camii görülmeye değer Türk eserleridir. Büyük Camii olarak da bilinen Uzun Şıh Camii, Taşkent ilçe merkezinde bulunur. 1517 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim (1470-1520) doğu seferine çıkmak üzereyken, ününü duyduğu Taşkentli medrese hocası Uzun Şıh’ı yanına çağırtır ve bu sefer hakkında ne düşündüğünü sorar. Uzun Şıh, “Padişahım, akşamın işini sabaha bırakma” diye yanıt verir. Çıktığı seferde, yaptığı ani baskınlarla savaşlar kazanan Sultan, dönüşünde Uzun Şıh’a bizzat verdiği parayla bu camiyi yaptırır. Taşkent merkezinde bulunan, tek minareli ve 300 m² taban alanlı cami ahşap direkleri, ağaç süslemeleri ve kalem işçiliğiyle ünlüdür.

              Yaşamın anlamının tarihte, güzelin gizeminin ise doğada bulunduğu söylenir. Türkistan ya da Türkiye fark etmiyor.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Merdiven Yaylası "Yaylaların yükseği" Sinan SEYDİOĞULLARI


Merdiven Yaylası
"Yaylaların yükseği"
Yazı ve Fotoğraflar Sinan SEYDİOĞULLARI
   

Merdiven Yaylası. Karşıda Papaz Dağı Görülüyor.
Geceyarısı... Akşam saatlerinde gök gürültülü ve sağanak şeklinde başlayan yağmur, artık yağmıyor. Dağ ve yayla tutkunu olanlar, “vakti saati geldiğinde” dağların kendilerini çağırdığını söyler. Akşamdan sözleşmişiz, yaylaların yükseğine çıkacağız. Üç-dört saatlik yolumuz var. Kahvaltıyı Merdiven Yaylası’nda yapıp dönmeyi planlıyoruz.

Bu defa ekipte üç kişiyiz. Halit arkadaşımız deniz tutkunlarından ve Güzelbağ’dan öteye hiç geçmemiş... Konaklı ve Güzelbağ üzerinden, bir buçuk saat sonra Gündoğmuş’a varıyor ve Akıncıbel çeşmesinden yayla yollarına doğru tırmanmaya başlıyoruz. Hava serin. Gök gürlemesi dışında, ormanın sessizliğini bozan bir şey yok. Çevreye hakim olan çam kokusu insanın içini ferahlatıyor. Gecenin karanlığında, aracımızın farına takılan parlak ve hareketli çift gözler görüyoruz. Bunlar tilki, tavşan, kanguru faresi ve keme gibi hayvanların gözleri. Çaşır Yaylası’nda, yolun kenarında bir kirpi dikkatimizi çekiyor.

Kızıloluk çeşmesinin suyunu içip Geyik Dağı’nın havasını soluyor ve Göçen boğazına giriyoruz. Eğrigöl sapağından sola, Alaybeyler Yaylası yoluna dönüyoruz. Yollarda yağmur suyu birikintileri oluşmuş. Eylül sonu... Yaylacılar dönmüş olduğundan, yolda bir araca bile rastlamıyoruz. Buralar yaylaların yükseği ve Torosların damı sayılır. Hava sıcaklığı 5°C civarında... Soğuktan ve esen rüzgardan, aracın camını açıp kapamamız bir oluyor, üşüyoruz. Allah’tan kalın giysilerimiz var yanımızda. Uzaklardan gök gürültüsü duyuluyor, çakan şimşekler dağları aydınlatıyor. Çok yükseklerden geçen uçakların ışıkları görülüyor. Gökyüzünde ne kadar yıldız varsa, sanki hepsi üstümüzde asılı duruyor.

İnceler Yaylası’nın Müdavimleri Sabriye Teyze ile Hasan Dayı.

İnceler Yaylası’na, sabah saat beş civarında ulaşıyoruz. Adil arkadaşımızın babası Hasan Dayı sobayı yakmış, hazırlamış bile. Gözlerimizden uyku akıyor adeta. Sıcak battaniyenin altında, sobada yanan odunların çıtırtısını ve soba gürlemesini dinleyerek, uykuya dalıyoruz. İki-üç saatlik uyku bize yetiyor. 
 
Yaylaların sabahı güzel olur. Güneş dağın arkasından gülümsüyor, ancak havada sabahın soğuğu var. Toprağa çiğ düşmüş... Çevrede vargit çiçekleri ve dikilmiş söğüt ağaçları görülüyor. Bu acı çiğdemler, geriye göçün zamanının geldiğini bildiriyor.
Yaylanın batısında Gül Dağı, güneybatısında ise 2 bin 755 metre yüksekliğindeki Papaz Dağı bulunuyor. Her iki dağ da ağaçsız ve çıplak... Bu bölgeye Merdiven Yaylası da deniyor. Bu ad, Romalılardan kaldığı söylenen bir kayaya oyulmuş merdiven kalıntısından geliyor. Yaylanın yüksekliği, iki bin metreden fazla... İnceler’e Okurcalar halkı çıkıyor. Çevredeki diğer yaylalara Manavgatlılar...
 
Yaylanın orta yerindeki Bülbüllü suyu çeşmesini Hasan Dayı yaptırmış. Çeşmenin suyu doğudaki dağın yamacından çıkıyor. Sabriye Teyze, tahinli bal ve yumurtalı ekmeğin de bulunduğu güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamış. Kahvaltıdan sonra, ellerini öpüp yola koyuluyoruz. 
 
Namaras yolundan Ağız boğazına giriyoruz. Susam Gölü’nün üstünde culalar uçuşuyor. Buzul kökenli Susam Gölü’nün dibinde, bir zamanlar define olduğuna inanan birkaç kafadar, bir motor getirip gölün suyunu boşaltmak istemiş...

Suyu Tatlı Susam Gölü.
 
Çevrede davar sürüleri, çobanlar ve köpekleri görülüyor. Adil arkadaşımız, geleneğimizi devam ettiriyor. Yolda rast geldiklerimize bisküvi gibi şeyler ikram ediyor. Susam beline tırmanıyoruz. Burası 2 bin 250 metre yükseklikte. Susamın hasat mevsimi buraya kar yağmış. Bele, bundan dolayı bu adı vermişler. Katip Çelebi, burada taşları bir mil uzağa fırlatan, çok şiddetli tipi olduğunu yazar. Burada, soğuktan kırılan kervanlardan da bahsedilir. 1221 yılının sonbaharında, Alanya Kalesi’ni fethetmek için Konya’dan ordusuyla birlikte yola çıkan Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad Susam belinden geçmiş.
  
Aşağı doğru inerken, Susam beli kervan yolunun ayakta kalmış kesimlerini, yaşlı sedir ve karaçam ağaçlarını ve uçuşan yırtıcı kuşları seyrediyoruz. Bir baykuş yol kenarındaki bir kaya üzerinde, öylece bakıp duruyor. Sedir ağaçlarından toplanan kozalaklar, biraz ilerideki Gelesandra hanın yanında yerlere serilmiş...

Yol kenarında yaban armudu, taş eriği, kuşburnu ağaçları ve tek tük mezarlar görülüyor. Bu mezarlar eskiden yayla göçlerinde, yanlarında kefenlerini de taşıyan ve öldükleri yere gömülen Yörüklerin mezarları...

İri cüsseli bir kaya güvercini konuyor yanı başımıza... Bir süre bizi izliyor, sonra havalanıyor ve ormanın derinliklerinde kayboluyor. Biz de, doğadan aldığımız yaşam enerjisiyle Alanya’ya doğru yolumuza devam ediyoruz.                                                           

Toroslar "Üstü yayla altı deniz" Sinan SEYDİOĞULLARI


Toroslar

“Üstü yayla altı deniz”

                                         Yazı ve fotoğraflar Sinan SEYDİOĞULLARI

              Yüksek yaylalara çıkmayalı neredeyse bir yılı buluyor. Dağlar çağırır derler, ama ekip olarak bir araya gelmek öyle kolay olmuyor. Neyse, geç de olsa dağların havasından ve suyundan gıdamızı alalım diyor ve bu defa Kuşyuvası’ndan Gökbel Yaylası, Köprübaşı, Çamlıalan Köyü, Karaköy, Bedan Köyü üzerinden Yellibeli geçip Türkler Yaylası, Dipsiz Göl ve Alacabel’den geri dönmeyi planlıyoruz.

              Sabahın alaca karanlığında yola çıkıyoruz. Gece yağan yağmur, çevreye toprak kokusu yaymış, yollar hala ıslak... İlk molayı Gökbel Yaylası’nda veriyoruz. Yaylanın orta yerindeki çayırlığın kenarında bulunan, iki minareli cami hemen fark ediliyor. Yaylada hızlı bir yapılaşma sürüyor. Böyle giderse, Gökbel Alanya’nın en kalabalık yaylası olacak. Akdağ’ın başı yine çıplak ve dumanlı... Ayandere Vadisi ve Çobanece Tepesi’ni seyrederek, Gömülgen’den aşağıya doğru, kışlakçı Köprübaşı’na iniyoruz. Köprübaşı ve çevresinde bol miktarda, sebze ve meyve üretimi yapılıyor. Çamlıalan Köyü’nden itibaren tırmanmaya başlıyoruz. Sağımızda, halkın Kudret Kalesi diye adlandırdığı tepe var. Karaköy tarihi bir yerleşim yeri... Derin kanyonlar oluşturan Saylıca Deresi’nin kenarında yükselen sivri tepenin zirvesinde, Bizanslılardan kalma bir kale yapısı bulunuyor. Bedan’a geliyoruz. Artık buradan sonra köy yok!

RESİM: Saylıca Kanyonu.

              Yaylalara gidiyor yolumuz. Gece yağan yağmur, burada toprak yolları adeta balçık haline getirmiş ve yer yer su birikintileri oluşturmuş. Neyse ki, aracımız araziye uygun... Direksiyonda da Kerim arkadaşımız var. Çevresinde yaşlı andız ağaçları bulunan Tabakhanı, yılların yalnızlığı ve yorgunluğuyla rampanın kıyısında, öylece duruyor. Kim bilir bu yaşlı han nice yolculara, nice çobanlara ve sürülere kucak açmıştır? Tırmanmaya devam ediyoruz.

RESİM: Tabakhanı.

              Harmancık Yaylası’nda, yine tek başına duran hanlardan birini geçiyor ve Gürlevik Yaylası’na varıyoruz. İki bin 100 metre yüksekliğiyle Torosların hakim noktalarından birini oluşturan Yellibel’de, hava belirgin bir şekilde serinliyor. Çevrede vargit çiğdemleri var. Çadırçukuru Yaylası solumuzda kalırken, Çaşırevi Yaylası yoluna iniyoruz. Gevne Çayı’nın kaynağı burada bulunuyor. Burada doğan su, Silifke’de Akdeniz’e dökülüyor. Mescitli’yi geçiyoruz. Arazi tekdüze ve çıplak... Uzakta, Karapınar Deresi Kanyonu görülüyor. İki bin metrenin üzerindeyiz ve rüzgar sert esiyor. Güneş’in bulutlarla dansı dağlarda gölgeleniyor. Yol kenarında bulunan çeşmelerin soğuk sularından içiyoruz.








RESİM: Yellibel Civarı.










RESİM: Çeşme. Gülbahar Gölü'ne Giderken.

               
       Gülbahar Gölü’ne geliyoruz. Koca bir kayanın altındaki kaynağına kadar çıkıyoruz. Daha yukarıda çok gözlü ve genişçe duran bir mağara bulunuyor. Buradan Yöremece Yaylası’na geçiyoruz. Gölekan Gölü ileride, yolun aşağısında bulunuyor. Bunlar buzul kökenli göller. Arpalık Deresi’ni geçip Kepenekbucağı Yaylası’na, oradan da Alanyalıların çıktığı en yüksek yayla olan, iki bin 300 metre yüksekliğindeki Gökin Yaylası’na gitmeyi planlıyoruz, ancak yolumuzun üstüne sis çöküyor. İlerlemek imkansız, geri dönüyoruz.

RESİM: Kepenekbucağı Yaylası Yolu.

              Yaylacıların hemen hemen tamamı göçmüş... Çobanlar, sürüleri ve çoban köpekleri hala duruyor. Yörükler, sürüyü kurtlardan koruyacak olan çoban köpeklerini sekiz aylık oluncaya kadar insanlarla görüştürmüyor ve kendinden büyük köpeklere dövdürtmüyor. Boğuşmada işine yarasın diye, boyunlarına dikenli tasmalar takılıyor, kulakları kesiliyor ve koşarken gözlerinin yaşarmaması için, burunları dağlanıyor. Buralarda, Bozkır yöresinin köpeği iyi bir üne sahip... “Canavar kovacak köpeğin kuyruğu omzunda olur” diyorlar.

RESİM: Çoban Köpeği.

RESİM: Suçıktı Pınarı. Türkler Yaylası.

              Çaşırevi’nden Sulucameydan Yaylası yoluna dönüyoruz. Çevrede çok sayıda subatanı bulunuyor. Yüzey suları, bu doğal deliklerden yeraltına iniyor. Türkler Yaylası yolunda, Suçıktı Pınarı kıyısında mola veriyoruz. Geyik Dağı’nın eteklerinden çıkıp Söbüçimen Yaylası Devekorusu Mevkii’nde batan sular buradan yeryüzüne çıkıyor ve Orhan Deresi’ni oluşturuyor. Bu yörede irili ufaklı çok sayıda göl bulunuyor. Alanya, Manavgat, Akseki, Gündoğmuş, Bozkır, Hadim ve Taşkentlilerin çıktığı bu yüksek yaylalar adeta birer elek gibi... Yapısında bol miktarda kalker bulunan Toroslarda, çok sayıda mağara ve inlere, irili ufaklı çukurluklara, karın yenisinin eskisine karıştığı kar deliklerine, subatan olarak da bilinen düdenlere, yeraltı dereleri ve yeraltı gölleri gibi karstik oluşumlara sıklıkla rastlanıyor. Özellikle aynı yeraltı su sistemi içerisinde yer alan Söbüçimen ve Gevne yaylalarında, çok sayıda düden bulunuyor. Türkler Yaylası’ndan Eğri Göl’e doğru yol alıyoruz. Deniz tutkunu olan Halit arkadaşımız ilk defa geliyor buralara... Rüzgar burada da sert esiyor.

RESİM: Eğri Göl.
 
 
 
                      
    RESİM: Harita.

Asfalt yol, Söbüçimen’e kadar gelmiş... Karıngöl’ü geçiyor ve Çakıllı Yaylası yoluna dönüyoruz. Bu arada, yoldan çıkıyor ve bir süre çıplak, küçük tepeler üzerinden gidiyoruz. Biraz ilerideki Yenicepazar Yaylası kenarında Küllü Gölü, daha kuzeyde ise bahar aylarından sonra kuruyan Duruca ve Cemalalanı Gölü bulunuyor. Kuru gölleri dolaşırken yolumuzu kaybeder gibi oluyoruz. Elimizdeki haritaya göre, Boztepe Yaylası yolunu göstermesi gereken yol levhasının ters yöne doğru yönlendirilmiş olduğunu fark ediyor ve Evliya Çelebi’yi anıyoruz. Sultan Alaeddin Keykubad’ın askerlerinin Alanya Kalesi’ni fethe giderken, Alaybeyler Yaylası’nda, polonun ve golfün atası sayılan çöğen oyunları düzenlediği söyleniyor. Buradan, Adil arkadaşımızın yaylası olan iki bin rakımlı Merdiven Yaylası’na geliyoruz. Manavgatlılarla ortak olarak kullanılan yayla, Alanyalıların çıktığı en kuzeydeki yayla... Bir şeyler atıştırıyor ve Bülbüllüsu Çeşmesi’nin soğuk suyundan içiyoruz. Mangalın ateşini İtfaiye müdürü arkadaşımız söndürüyor ve buradan ayrılıyoruz.
RESİM: Dipsiz Göl.

              Kumboğazı ve Sülek Alanı’nı geçiyor, Dipsiz Göl’den Alacabel’e çıkıyoruz. Hava kararıyor artık... Bir yayla gezisinin daha tatlı yorgunluğuyla Alanya’ya doğru yola koyuluyoruz.